20 Ocak 2013 Pazar

Son Gelişmeler Işığında Kürt Meselesi


Bir arada yaşayan Anadolu halklarının, tıpkı Hindistan'da, Afrika'da ve Güney Amerika'da uygulanan ayrıştırma ve farklı kimlik kazandırma projelerine alet edilmesi sonucunda adeta düşman kesilmesi ve birbirini öldürecek kadar ileri gitmesiyle sonuçlanan süreç, Benedict Anderson'un Hayali Cemaatler'inde de yazdığı gibi, bir arada uyum içinde yaşayabilen insanlara -ki Mezopotamya bölgesinde hüküm süren bütün imparatorluklarda halkların bir arada yaşayabildiği bir kaç istisna haricinde kanıtlanmıştır- "biz" anlayışı ve böylece "öteki" kavramını oluşturarak parçalanma sürecini başlatmak maksadıyla kullanılmıştır. Böylece tebaa'yı oluşturan ve birbirinden farkı olmayan etnik gruplar giderek birbirlerinin varlığından huzursuz olmaya başlamış ve Osmanlı'nın son döneminde karşılıklı kanlı hamlelere girişmişlerdir. Bu dönemde başarılı olabilen etnik kimlikler Batı Avrupa'lı güç odaklarının da desteğiyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu dönemde belki Kürtler de ayrı bir devlet isteği içerisinde olabilir ve bu uğurda zaten zor durumda olan Osmanlı'dan toprak kopartma arayışına girebilirlerdi. Bu amaçta olan cemiyetler de olmuştur, ancak genele vurulduğunda bir kaç yıl önce Hamidiye Alayları'nı oluşturacak kadar yönetimle bütünleşmiş Kürt vatandaşlar bölgede ağırlıkta olmuştur. Bu noktada Osmanlı'dan bağımsızlığını kazanan etnik kimliklerin daha öncesinde kendilerine ait devletleri olan ve daha sonra Osmanlı tarafından fethedilen yerlerde yaşayan tebaa olduğunu söylemekte fayda vardır çünkü belki de bu sebepten daha önce bağımsız bir devleti olmayan Kürtler, bu dönemde yeniden bir bağımsızlık arayışı içerisine girmediler.

İşte Osmanlı'nın son döneminde aynı cephede vurularak ölen ve aynı toprağı savunan farklı etnik kimlikler, Türkiye devleti adı altında birleştikten sonra ayrışmacı bir yapıya doğru sürüklendi ve bu süreç 1980lerde aynı 1nci Dünya Savaşı dönemi cemiyetlerinde olduğu gibi silah kuvvetine dayalı ve terörize ederek talep etme yoluna PKK oluşumuyla yeniden girdi. Tarihsel süreci verip 1980lere geldikten sonra, günümüze kadar gelen kısım az çok herkesin hakim olduğu dönemlerdir. Bu dönemde öne çıkan konu başlıkları, mavi çarşı katliamı(PKK'nın sivilleri topluca hedef alan en önemli saldırılarından biridir), özel harekat timleri (devlet'in erkinin kendi bünyesinde olduğunu ileri sürerek PKK'ya darbe vurmanın yanında bölge halkına da bir çeşit darbe vurmuşlardır), öldürülen hemşire, öğretmen, devlet memurları (bölgenin dünyayla bağlantısının kesilmesi, hizmetsiz bırakılması ve bölge halkını, devlet tarafından önemsenmediklerini düşündürterek, örgüte katılmaya teşvik edecek girişimlerdir) Halepçe Katliamı (Saddam'ın 80li yılların sonunda Iraklı Kürt vatandaşlara yönelik zehirli gaz saldırıları ve bu saldırılardan kaçan Kürtlerin Türkiye'ye sığınması) kapatılan Hadep, Dehap gibi siyasi kanatta da aktif olma amacı güden oluşumlar (Ancak günümüzde en aktif halini alan siyasi kanadın temsilcisi bağımsızlar yani BDP dahi IRA'nın İrlanda'da yaptığını yapıp silah bırakma ve siyasi ve barışçıl yollarla hak talep etme sürecine girememiştir) teslim olan örgüt elemanları (son dönemde giderek artış gösteren bir tablo çizmeleri belki de zorla örgüte katılmaya zorlanan elemanların kendilerini PKK'nın savunduğu davaya ait hissetmemelerinden kaynaklı olabilir) Profesyonel Ordu (bu da aslında Türkiye halkının artık süregelen bu savaşta eskisi kadar can vermek istememesi ve bir sonuca gelinmesi açısından olumlu bir adım olarak görülebilir) Uludere Olayı (kaçakçıların PKK'lı sanılarak öldürülmesi, bu olayda da devletin kim kaçakçı kim terörist ayırabiliyor olması gerekliliği ön plana çıkıyor ancak daha önce teröristlerin, kaçakçılarla birlikte sınırdan sızarak karakol baskınları yapması bu ayrımın zorluğu hakkında fikir verebilir, ancak bu durum ölümleri tabiidir ki haklı çıkarmaz ayrıca bkz. Roboski) Balyoz ve Ergenekon Davaları (planlanan ancak gerçekleştirilemeyen darbe planları sonucu hapsedilen üst düzey askeri kadro ve gazeteciler, hükümetin samimiyetine gölge düşürerek bu süreçlerin sorgulanmasına sebep oldu, özellikle bu dönemde ortaya atılan PKK'lı üst düzey yöneticilerin sanık olarak dinlenmesi ve eski Genel Kurmay başkanı dahil askerlerin "terörist" sıfatıyla yargılanması halkta ve uluslararası basında tepkilere sahne oldu ancak süreci demokrasiyi destekleyen bir dönem olarak görenler de azımsanmayacak düzeyde) Açılım Süreci (Kandil'den gelen terör örgütü elemanlarının tepki toplayan bir şekilde Habur'da karşılanması ve görece iltimaslı yargılanmalarıyla başlayan ve Kürt vatandaşların taleplerine yönelik adımların atıldığı süreç) Arap Baharı'nın Suriye yansımaları (Burada tarih boyunca Kürt vatandaşlarına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan Esad'ın rejim tehlikesi ile birlikte Kürt vatandaşlarına haklarını teslim etmesi ve sürekli yardım ettiği PKK'yı Türkiye'nin ÖSO'yu destekleme kararından sonra daha yüksek düzeyde desteklemesi) İran'ın tutumu (PJAK ve PKK oluşumlarıyla zaman zaman çatışan, zaman zamansa onları Türkiye aleyhinde destekleyen İran yönetimi) ve bu başlıklara ek olarak artık kanıksanan ve güncel haberler içerisinde öne dahi çıkamayan Şehit haberleri ve "etkisiz hale getirilen" yani öldürülen PKK'lılar bulunuyor. Görüldüğü gibi Türkiye ve PKK savaşını uluslararası konjonktürden bağımsız bir iç mesele olarak düşünmek imkansızdır, bu noktada sadece güney ve doğu komşularımız değil, süreçte süpheli bir yeri olan ABD ve PKK'nın şehir yapılanmalarına ve iltica taleplerine büyük oranda olumlu yaklaşan Batı Avrupa ülkeleri de önemli oranda rol alan aktörler olarak görülmelidir.

Son döneme geldiğimizde ise Norveç'in başkenti Oslo'da gerçekleşen MİT-PKK görüşmeleri, Abdullah Öcalan ile görüşmelerin yapıldığı İmralı Süreci ve bunların yanında Paris'te 3 PKK'lı kadının öldürülmesi Kürt meselesi'ni etkileyen önemli yapıtaşları olmuştur. Bunları tek tek ele almak gerekirse,

MİT ve PKK'nın görüşmeler, pazarlıklar yapması şaşılacak bir durum olmadığı gibi bu durumun ilk kez meydana geldiğini de iddia edemeyiz. PKK gibi yapılanmalarla görüşme elbette ki MİT, Jitem ve eğer varsa Çiller Özel Örgütü gibi istihbarat yapılanmaları kanalıyla yapılacağı aşîkârdır. Karşılıklı diyalog bu savaşın bitmesi sürecinde başvurulması gerekilen esas yöntem olmalıdır. Bu görüşmelerin, doğrudan başbakanlığa bağlı olan MİT'in müsteşar ve müsteşar yardımcısı koltuklarında oturan Fidan ve Güneş tarafından yürütülmesi ise devletin diyalog konusuna verdiği önemi göstermektedir. Bu diyalog ve açılımlar sürecinde ilk kez AKP ve CHP önemli ölçüde anlaşmış ve hem Tayyip Erdoğan hem de Kemal Kılıçdaroğlu siyasi kariyerlerini bitirmek pahasına ellerini bir nebze de olsa taşın altına koymuşlardır. Aynı birlikteliği, Alevi sorunlarında ve Eşcinsel sorunları gibi konularda gerçekleştiremedikleri açıktır. Devlet Bahçeli ise parti tabanının gereğini yapmakta ve sürece uzaktan bakmaktadır, her ne kadar Bahçeli'nin ve partisinin tavrı bazı kesimler tarafından savaş çığırtkanlığı gibi görünse de, Türkiye'nin bu düşüncedeki kesiminin de temsil ediliyor olması ve görüşlerini mecliste dile getirebiliyor olması şüphesiz önemli bir durumdur. BDP'li yöneticilere gelecek olursak partinin yönetim tabakasının bağımsız davranamadığı, PKK'nın ve Abdullah Öcalan'ın sözcüsü gibi görev yaptıklarını görebiliyoruz. Çünkü BDP, PKK'dan hak talep etme metoduyla ayrılıyor olsa da sonuçta aynı örgütün bir uzantısıdır ve birbirinden bağımsız olarak maalesef düşünülemez, bunu kendileri de açıkça ifade etmektedirler.

İmralı görüşmelerinde ise düşülecek bir hata Abdullah Öcalan'ı ikna etmenin örgütün tamamen silah bırakması konusunda kesin bir çözüm olacağını düşünmek olur. Ayrıca bu hükümet açısından da bir risktir, uluslararası medya'da da kendisine yer bulduğu gibi bu durum, "Öcalan Türkiye arenasında terörist olarak anılıyordu şimdi ise politikaları belirleyen bir siyasetçi rolüne büründü" yorumlarını doğurmaktadır. Bu AKP açısından daha önce PKK kanadına verilen tavizleri de eklediğimizde büyük bir risktir, ancak bu görüşmelerin zemini daha önceki "Açılım" ve "Barış" süreçlerinde atılmış ve bu sayede görüşmeler kendilerine, halkın gözünde bir nebze de olsa daha meşru bir yer edinebilmiştir. Örgüt'ün içerisinde hüküm süren çok başlı bir yapı olduğu örgüt içi hesaplaşma ve infazlar sayesinde gözden kaçmayacak bir gerçektir ancak PKK oluşumunda yer alanların kendilerine önder olarak gördükleri Öcalan'ın, çözüm sürecine dahil edilmesi beklenmeyecek bir durum olarak görülmemelidir. 

Paris'te 3 PKK'lı kadının öldürülmesi olayını ise 7 Ocak Çukurca karakol baskınından bağımsız düşünemeyiz, çünkü iki olay da süregelen barış sürecini baltalamak adına yapılmıştır. Ancak iki olayı birbirinden ayıran durumlardan en önemlisi Çukurca baskınının failleri belli iken Paris'teki olayın failleri belli değildir. Bu konu her ne kadar üzerindeki sis perdesini sürdürse de failler hakkında tahmin yürütülebilmektedir. Akla ilk gelen bunun örgütün kendi içindeki bir hesaplaşma olduğudur, ki bu tezi destekleyen doneler ise Sakine Cansız'ın bir yanda PKK yapılanmasındakiler açısından önemli bir yere sahip olurken bir yandan da Öcalan dahil diğer örgüt yöneticileriyle girdiği anlaşmazlıklar ve kavgalardır. Peki daha önce gerçekleşen bu tartışmaların infazı neden şimdi yapılıyor sorusunun cevabı ise süreci baltalamanın, kimi örgüt kollarının çıkarlarına uymasında gizlidir (örgütün devamlılığının örgüte ait ve kaçakçılık odaklı çalışan mafya kollarının refahını sürdürmesi.) Örgüte ait bir bina içerisinde öldürülmeleri ise failin bu şahısları tanıyan biri olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Diğer akla gelen mercii ise devlete çalışan organların temsilcileridir ki bu her ne kadar bir ihtimal gibi görünse de, olayın herhangi bir meselede Türkiye lehine hareket ettiği görülmeyen Fransa sınırları içerisinde gerçekleşmesi, bu ihtimali oldukça azaltmaktadır. Çünkü infaz gerçekleşme yapısı açısından oldukça detaylı ve kusursuz hazırlanmıştır ki, Türkiye'nin Fransa gibi bir ülkede bu derece hızlı hareket edip, bu derece çabuk bilgi sahibi olabilecek bir yapılanması olması güncel ikili ilişkiler ele alındığında pek mümkün görünmemektedir. Ulusal ve uluslararası basında ileri sürülen diğer iddialar ise, Suriye, İran veya Batı Avrupa ülkeleri gibi üçüncü tarafların bu infazları gerçekleştirdikleri yönündedir ancak, bu tezler oldukça çetrefilli ve ispatı görece daha zor olan iddialardır. Suriye kanadını ele alırsak, Türkiye-PKK savaşının devamı güncel durumda Esad yönetiminin işine gelir ancak kendi ülkesi içinde dahi egemenliğini sağlayamayan Esad'ın böyle bir eylem gerçekleştirmesi ihtimali düşüktür. İran açısından ele alırsak, Orta Doğu'da ABD desteğiyle yükselen Sünni akımın, Şii Ahmedinejad'ın işine gelmediği aşikârdır, bu yeni oluşumda Türkiye'nin bölgede oynayabileceği liderlik rolünü engellemek maksadıyla, diyalog sürecinin tıkanması İran'ın da işine gelir ancak bu eylem İran'ın da rahatlıkla gerçekleştirebileceği bir eylem değildir, özellikle de Batı Avrupa ve ABD, İran yönetimine büyük ölçüde mesafeli ve karşıyken. Diğer ihtimal olan Batı Avrupa ülkeleri ise hem PKK yapılanması ile doğrudan bağlantıları olması hem de olayın kendi topraklarından gerçekleşmesi ile Suriye ve İran ihtimallerinden daha fazla bir orana sahiptir diyebiliriz yine de söylenenler sadece birer tahminden ibarettir ve olay uzun süre aydınlığa kavuşacağa benzememektedir.

Hareketli geçen bir sürecin önemli dönüm noktalarından geçtiğimiz şu günlerde umalım ki süreçler başarılı olsun ve artık bu toprakları kardeş kanı değil, umut ve barış sulasın.

Mertcan Bilgili


11 Mayıs 2012 Cuma

MR Çektireceklere Tavsiyeler

Manyetik Rezonans adlı bu cihaz vücudunuza ses yoluyla adeta bir sonar gibi titreşimler göndererek vücudunuzun gözlemleyemediğiniz ve röntgen ışınlarıyla da farkedilemeyen kısımlarını inceleyebilmenize olanak tanır. 360 derecelik bir silindir kapsül içerisinde gerçekleşen çekimlerde 3 boyutlu görüntüler elde edilir, ancak MR çekilmesi esnasında vücut yüksek oranda radyasyona mâruz kalmaktadır, bu sebeple vücutta biriken radyasyonu atmak için, bir kalıp bitter çikolata yemeniz yararınıza olacaktır.

MR cihazı eğer kapalı bir MR cihazıysa girmeden önce derin nefes alıp gözlerinizi kapamanız ve cihaza girdikten sonra da açmamanız psikolojik açıdan daha rahat hissetmenizi sağlayabilir, gözlerinizle girdiğiniz kapsülün tavanı arası uzaklık 20-30 cm civarında olacağı için MR çekilmesi esnasında gözlerinizi açmanız sıkışmışlık hissi uyandırabileceğinden istemsiz tepkileriniz MR cihazının düzgün görüntü alamamasına sebebiyet verebilir.

Çekim süresince hareketsiz kalmak çok önemli olacağından içeride geçireceğiniz yaklaşık 10-15dk süresince yutkunmalarınızı dahi ayarlayabilmelisiniz, girmeden önce bir yerinizde ağrı varsa veya su içmek gibi insani ihtiyaçlarınız varsa hepsini halletmiş olarak kapsüle girmeniz, daha rahat bir seans geçirmenizde yardımcı olacaktır. Unutmayın, en ufak bir hareketinizde çekim boşa gidecek ve seansı yinelemek gerekecektir.

Eğer doktorunuz tarafından, ilaçlı MR çekilmeniz istendiyse, MR cihazına girmeden önce kolunuzdan damar yolunuz açılacak ve MR'ın yarısında kapsül dışına kaydırılacaksınız, bu esnada yine hareket etmemeniz gerekmektedir ancak ilacı zerk edecek hemşirenin, "avucunu yumruk yap" veya "kolunu serbest bırak" gibi komutlarına uymanız gerekecektir. İlaç vücudunuza iletildikten sonra kapsüle geri alınacak ve yaklaşık 7-8 dk civarında bir süre daha hareketsiz olarak beklemeniz gerekecektir.

Çekim esnasında daha hareketsiz olmanızı sağlayabilmek için, vücudunuzun hangi bölgesine Manyetik Rezonans Dalgaları gönderilecekse, orayı sabitleyen bir kısım MR cihazının kayar yüzeyine yerleştirilecek ve örneğin kafa MR'ı için başınız yanlardan sert süngerlerle desteklenecektir. İçeride duyacağınız yüksek ve ani seslere tepkisiz kalmayı başarabilmelisiniz, girmeden önce bu sesleri önemsememeye kendinizi şartlayarak girin.

"Çekim esnasında deprem olursa ne yaparım", Çekim esnasında yangın olursa hemşire beni dışarı çıkarır mı" gibi yersiz düşünceler hem psikolojinizi olumsuz etkiler, hem de istemsiz verebileceğiniz tepkiler(kasılma veya oflama gibi) yine cihazın düzgün görüntü alamamasına neden olur. Acil durum hallerinde görevlilerin yapacakları zaten önceden tespit edilmiş olup, sizin can güvenliğiniz için gerekenler neyse yapılacaktır. Bu 10-15 dk'lık süre boyunca, daha önce yapmış olduğunuz bir kır gezisini, bir dalışı, veya sadece evinizdeki kanepenizde uzandığınızı zihninizde canlandırabilir ve dış dünyaya bilincinizi mümkün olduğunca kapatabilirseniz, çekim her açıdan daha rahat geçecektir.

Çekimden önce vücudunuzdaki metal veya manyetik ortam bulunduran eşyaları(anahtarlık, metal düğme, kemer tokası, kredi kartı, taşınabilir bellek vs.) bir yere bırakmanız gerekecektir aksi takdirde cihazda hatalar oluşabileceği gibi çekimin geçerliliği de yitirilecek ve MR çekimini tekrarlamanız istenecektir.

Yukarıdaki tavsiyelere uyduğunuz takdirde, sağlıklı bir MR çekimi gerçekleştirebilmeniz mümkündür. Aklınızdan olumsuz düşünceleri silin ve rahatlamış bir halde kapsüle girin ve mümkün olduğunca zaman-mekan gerçekliğinden kendinizi uzaklaştırın bu şekilde daha rahat bir seans geçirebilirsiniz. Son olarak unutmayın ki bu yazılar bir uzman tarafından yazılmamıştır, daha ileri düzeyde bilgi almak için lütfen bir uzmana danışınız.

Mertcan Bilgili 2012

1 Aralık 2011 Perşembe

YÖK'ün Katsayı Meselesi

Yüksek Öğretim Kurumu'nun lise düzeyinde eğitim gören öğrencilere uygulamış olduğu ve sayısal, sözel, eşit ağırlık, dil, ve ayrıca meslek edinmeye yönelik olarak ayrılan, ve yükseköğretime geçişte alan puanı olarak hesaplanan orta öğretim başarı puanı günümüze kadar, kendi alanı dışında tercihte engelleyici fakat meslek edinmeye yönelik kurumlarda örneğin anadolu öğretmen liselerinde, öğretmenlik tercih edildiği takdirde destekleyici görev görmekteydi. Yeni düzenlemeye göre ise her öğrencinin orta öğretim süresince elde ettiği başarının 0,12 ile çarpılmasıyla elde edilecek puan genel puana yansıtılacak. Bu düzenleme ile, başarabilen öğrenciler kendi eğitim aldıkları alan dışındaki alanlarda da özgürce tercih yapabilme hakkına sahip olabilecekler. Birçokları bu kararın İmam Hatip Liselerinden dini temelli eğitim alarak çıkmış öğrencilerin de din adamlığı dışında meslek dallarına geçebilmesi maksadıyla alındığını savunuyor, ki bu doğru olsa dahi amaçlanan durum, makûl olarak karşılanabilecek bir durumdur. Gerçek şudur ki, devlet meslek edinmeye yönelik okullarda okuyan öğrencilere standart eğitim veren diğer lise öğrencilerden çok daha fazla masraf yapmaktadır ve aslında teknik veya meslek liselerine kayıt yaptırmakla, öğrenci bu masraflar karşılığında ihtiyaç olan dallarda ara eleman görevinde bulunacağını taahhüt etmiş olmaktadır, ancak 14 yaşındaki bir çocuktan reşit olduğunda yapacağı mesleği belirleyecek bilinci beklemek ne derece doğrudur burası tartışılabilir bir konudur. Teknik ve Meslek liselerine ve İmam Hatip liselerine kayıt olan bir çok çocuk, ailesinin tasarrufuyla bu bölümlere kayıt olmakta fakat eğitim aldığı süre zarfında seçimleri ve bakış açıları değişebilmektedir. Kaldı ki, ilk öğretim seviyesinde verilen rehberlik hizmetleri dahi, çok değişken fikirli ve bilinçsiz yaşlar olan ergenlik yaşlarında olan çocuklara uygun olan mesleği bulmak ve onları kanalize etmek konusunda bir çok kez yetersiz kalmaktadır. Çok öğrenci de bu sebeple yanlış tercih kurbanı olmaktadır. Bu öğrencilerin istedikleri meslekleri yapma haklarını, katsayılarla önlerine set çekmek suretiyle ellerinden almak, çok da mantıklı bir durum olarak kabul edilmese gerek.

Peki, teknik ve meslek liselerini bir kenara koyduğumuzda düz, anadolu ve fen liseleri olmak üzere üçe ayrılan lise türlerinden birine devam eden öğrencilerin izleyebileceği tercihler ve sonuçları neler olacaktır? Genel olarak, görece kolay başarılabileceği düşünülen sözel ve eşit ağırlık bölümlerine tercihler artacaktır, söz gelimi sayısal alanda tercih yapmak isteyen bir öğrenci, okulunda daha yüksek orta öğretim başarı puanı alabilmek maksadıyla veya iki alanda birden bilgi sahibi olup ygs ve lys'de yüksek puan alma amacıyla okulunda sözel alana yazılacak fakat -günümüzde neredeyse okul eğitiminin önüne geçen- dersanesinde ise sayısal eğitime kaydolacaktır. Bu durum orta vadede okullarda fen sınıflarının azalmasına yol açabilecek ve milli eğitim kapsamında bu alanlarda açılacak kadro sayısı giderek azalabilecektir, bu durum ise fen edebiyat fakültesine bağlı eğitim veren fen alanı öğretmenliklerine olan ilgiyi azaltabilecek ve atanamayan öğretmenlere özel kurumlar olan dersane yolu gözükebilecektir ki bu da devlet kurumlarına oranla daha güvensiz bir çalışma ortamı demektir.

Sonuç olarak, öğrencilerin önünü açmak ve yanlış tercih sonucu sevmediği bir mesleği yapmak zorunda kalabilecek öğrencilere bir şans daha vermek olması gereken bir uygulamadır. Bu öğrencilere mezun olacakları döneme kadar geçen süreçte yapılan masraflar ise muhakkak sûrette ileride mutlu ve istekli olarak yapacakları işlerin getireceği katma değerler ile karşılanacaktır.

Mertcan Bilgili

24 Ekim 2011 Pazartesi

Güncel Olaylara Genel Bakış Ekim 2011

Ekim ayı henüz sona ermeden Türk halkının ve Dünya'nın aklına kazınacak bir ay olarak tarihe geçti bile. Kronolojik olarak göz attığımızda, doğalgaz, elektrik ve diğer bir takım ürünlere yapılan güncellemeler(!), Güneydoğu'da 8 noktada gece baskınlarıyla 26 tane şehit verilmesi hemen ardından Kaddafi'nin yakalanıp linç edilmesi ve Van'da meydana gelen 7,2'lik deprem. Dilerseniz, bu başlıkları tek tek ele alalım.

Yaşamsal İhtiyaçlara Yapılan Zamlar;

Doğalgaz, elektrik, ÖTV, benzin, sigara ve alkol ihtiva eden ürünler'in her birine yaklaşık olarak %15 civarında zam yapıldı(ÖTV değişken olmakla birlikte). Memur maaşlarına yapılan zamların yıllık % 3+3 şeklinde olduğunu göz önünde bulundurursak, ekonomisi mükemmel ilerleyen ve sürekli gelişen bir iktisadi yapıya sahip olduğu her fırsatta dile getirilen Türkiye'nin çok da iyi bir ekonomiye sahip olmadığını gözlemleyebiliriz. Yaşamsal ihtiyaçlar olan Doğalgaz ve elektriğe bu denli zam yapılması, devletin hâlâ bir çok yerden vergilerini toplayamadığını ve bir çok insanında vergi kaçırdığını anlamamıza olanak sağlar. Bütçede meydana gelen veya gelmesi muhtemel açıkları da böylece herkesin mecburen kullanacağı ve alternatifi olmayan kalemlerden çıkarmak bütçe dengesini kolay yoldan kurmanın yolu olarak görülüyor. Sigara ve içki gibi bağımlılık yapan ve zararlı mamullerdeki fiyat artışı ise dünya genelinde uygulanmakta olan ve bağımlılığı azaltmaya yarayan ayrıca bu maddeleri kullananların ileride tedavilerine harcanacak olan giderlerin karşılanması açısından da daha mantıklı ve kabul edilebilir ölçüde zamlardır.

Güneydoğu'da Verilen Şehitler

Yıllardır bitmek bilmeyen ve uygulanmakta olan politikalarla da bitecek gibi görünmeyen terör sorunu ise bir diğer güncel konu, devletin askeri, devletin karakolunda ve milletin topraklarında gece vakti ağır silahlarla, bbg evi gibi izlediğimizi iddia ettiğimiz topraklardan geçerek gelen teröristler tarafından yapılan hain saldırılarla şehit edilebiliyor, bu durum ise hem gerilla taktiği uygulayan PKK terör örgütüne karşı bir düzenli ordu birimi olan karakollarla karşılık vermenin hatalı olduğunu hem de sıcak çatışma bölgesindeki askerlerin yetersiz eğitim durumunu gözler önüne seriyor. Profesyonel ordu elemanlarının kullanımına başlanmasının Mart 2012'de olacağı düşünülürse, bu açık, kısa zaman sonra kapanacak bir açık gibi yorumlanabilir. Hâl-i hazırda uygulanan askerlik sistemi, savaş sanatına yatkın olmayan ve yeterli psikolojik ve fiziksel eğitimden geçmeyen erlerin de çatışma bölgesine sürülmesine dayandığı için zayiatlar normal karşılanabilecek değerlerin üzerinde devam ediyor, ancak bahsi edilen profesyonel ordu birlikleri tam randımanla kullanılmaya başlandığı ve Türk ordu yapısına entegre olduğu zaman düz ovada daha başarılı bir savaşım verilebilir. Olayın hemen ardından başlayan geniş çaplı ve bizzat Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel'in yönettiği operasyon, Jandarma Özel Harekat Timleri, Bordo Bereliler ve Komandolar'dan oluşan ve ayrıca hava desteği de alan yapısıyla çok daha etkili olan ve profesyonel eğitim alan birimlerin vurucu gücünü daha iyi anlayabileceğimiz bir örnek olmaktadır, ancak terör'ün çatışma değil uzlaşma ve politika yoluyla biteceği de göz önüne alınması gereken önemli bir noktadır.

Kaddafi'nin Ölümü ve Yeni Libya Yönetimi

Arap baharı olarak nitelendirilen ve diktatöryaların altında yıllardır ezilen ve demokrasi istediği söylenen halkların başlattığı devrimlerin belki de en önemlisine sahne olan Libya'da süreç, Kaddafi'nin muhalif güçler tarafından linç edilmesi ile bir sonraki adım olan yeni yönetim kurma aşamasına taşındı. Kaddafi'nin ve oğlu Mutaassır'ın vahşice linç edilmesinde görülen odur ki Libya halkı demokrasi'ye hazır değildir ki zaten 25 Ekim itibâriyle ilan edilen yeni yönetim, şer-i kuralları benimseyeceğini duyurmuştur. Kaddafi'nin öldürülüşünde, son ayaklanmaları bastırmak amaçlı yaptığı katliamların etkisi muhakkak ki büyüktür, ve onu linç edenlerin her birinin ailesinde çok yüksek ihtimalle, diktatöryal rejimi devirme çabaları esnasında öldürülmüş bir çok fert bulunmaktaydı, bu da Kaddafi'nin yargılanmadan infaz ve hatta linç edilmesinin sebebi olarak değerlendirilebilir. Linç esnasında "Allah-u Ekber" şeklinde çığlık atan insanlar ise, İslam'ın dünyada barbarlıkla özdeşleşmesine sebep olan görüntüleri veren din düşmanları olarak adlandırılabilir. Unutulmamalıdır ki Müslümanlık inancında, rûz-ı mahşer'de bir kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibi, bir kişiyi kurtaran ise bütün insanlığı kurtarmış gibi değerlendirilecektir, dolayısıyla Allah'ın adını anarak insan öldürmek, dinin temelleriyle bağdaşmamaktadır.

Van'da Meydana Gelen Deprem

Bu ay meydana gelen olaylardan belki de en üzücü ve kayba neden olanı ise Türkiye'nin doğusunda meydana gelen deprem'di. İlk başta Richter ölçeğine göre 6,6 olarak duyurulan ancak daha sonra 7,2 ve 7,9 gibi rakamların da zikrediliği fakat şiddeti ne olursa olsun yıkıcılığı büyük olan bir deprem meydana gelmiş ve Türkiye'yi derinden üzmüştür. Bu depremde, kurtarma ve insani yardım alanında Marmara depreminden alınan dersleri görmüş bulunduk, daha hazır ve depremi müteakip 1 saat içerisinde olay yerine intikâl edebilen bir Kızılay vardı. İlk saatlerde muhakkaktır ki kurtarma çalışmaları ve imkanları yeterli değildi ancak kısa sürede eskiye nazaran çok daha verimli çalışmalar gerçekleşti ve gerçekleşiyor. Bu noktayı bir kenara bıraktığımızda, görünen o ki Türkiye önceki kayıplarından tam anlamıyla ders almamış, evet aynı sokak içerisinde bulunan ve yeni deprem yönetmeliğine uygun olarak yapılan binalar eski binalara göre daha sağlam kalmış ve ayakta durmayı başarabilmişlerdir, ancak görünen o ki yeni yapılara işleyen denetim kuralları eskilere işlememiş ve binaların altında bulunan oto galerilerinin daha fazla araba sığdırmak ve daha fazla para kazanmak hırsıyla insan hayatlarını nasıl hiçe sayarak binanın taşıyıcı kolonlarını kestiğini dahi belirleyememiştir. Okul binası, hapishane, yurt binası gibi çift temel ve radye sisteme göre inşa edilmesi gereken yapılar ise depremde ilk yıkılan binalar olmuştur, hatta Van Hapishane'sinin yıkılan bir duvarından istifâde eden 150 kadar mahkum önce firar etmiş ancak büyük bir kısmı ailelerinin durumunu kontrol edip ilerleyen saatlerde cezaevine dönüş yapmıştır. Bu deprem, bazı ırkçı düşünceye sahip insanların zihninde "İlahi Adalet" tecelli etti gibi hem dinle hem de vatanperverlikle bağdaşmayan düşüncelere yol açsa da, Türkiye'nin hangi köşesinde meydana gelirse gelsin, herhangi bir olayda, insanların nasıl tek yürek olduğunu göstermiş dolayısıyla, bölücü terör örgütünün amacını gerçekleştiremeyeceğini, amalgamlaşmış bir yapıyla birbirine kenetlenen Türkiye insanının duruşuyla kanıtlamıştır. Yaraları sarma döneminde yurtdışı kaynaklı birçok yardım teklifini geri çevirsek de, İsrail'in yaptığı teklifin kabûlü, iki ülke arası ilişkilerin normalleşmesi sürecinde de faydalı olacaktır. Nasıl ki İsrail'de geçtiğimiz yaz meydana gelen büyük orman yangınında, Türkiye İsrail'in yanında yer aldıysa ve onlara yardım ettiyse, şimdi onlardan gelecek yardımın da ihtiyaç olmasa dahi diplomasi gereği kabul edilmesi iki tarafın da kârına olacaktır.

Mertcan Bilgili

3 Eylül 2011 Cumartesi

Kopma Noktasına Gelen Türkiye-İsrail İlişkileri

İsrail, içinde bulunduğu coğrafya ve bu coğrafyadaki ülke ve insanlara karşı tutumu sebebiyle Akdeniz'de tek dost ülke olarak Türkiye'yi görebilen ve bu dostluğu ortak askeri operasyonlar, terör örgütüne yönelik müdahalelerde kullanmak üzere teknoloji transferleri gibi noktalarda Türkiye ile ortak çalışarak sağlamlaştırmış bir ülkeydi. Peki ne oldu da bu simbiyotik denilebilecek yapı tek bir iktidar döneminde 180 derece yön değiştirdi. İlişkilerin ilk gerildiği, daha doğrusu gerilmenin ilk açıkça dile getirildiği yer R. Tayyip Erdoğan'ın ünlü "one minute" çıkışını yaptığı 2009 Davos zirvesi olmuştu. Burada İsrail lideri Peres'e sert çıkan Erdoğan, ilişkileri koparacağının sinyallerini vermişti. Daha sonra karşılıklı olarak sınırlanan diplomatik ve askeri ilişkiler, 2010 yılında İsrail'in Filistin'e uyguladığı Gazze blokajını kırmak amacıyla Mavi Marmara isimli insani yardım gemisinin yola çıkması ve bu gemideki aktivistlerin uluslararası sularda İsrail ordusunun saldırısına uğraması sonucu meydana gelen sivil ölümleriyle gerginliğinin son noktalarına dayanmıştı. Bu noktadan sonra bir özür bekleyen Ankara hükümeti, İsrail'in kibiri ve yaptığı eylemin haklı olduğunu savunması sebebiyle karşılık bulamadı. Türkiye'den İsrail'e gönderilen temsilcinin İsrail'li temsilciden daha alçak bir sandalyeye oturtulması da "signalling" olarak değerlendirilmiş ve "düşük sandalye skandalı" olarak kayıtlara geçmişti. Son olarak 2011 Eylülünde, İsrail elçiliğindeki yüksek mevkii temsilcilerin sınırdışı edilmesi ve temsil'in 2.katip seviyesine indirilmesi ile Türkiye-İsrail arasında olan diplomatik ve askeri ilişkilerini teknik olarak olmasa da pratikte bitirmiştir.

Peki gelelim bu olayın sonuçlarına, Türkiye'nin bu tutumu sadece İsrail'e karşı olmamış ayrıca BM'nin Mavi Marmara raporuna da olmuştur, bu raporda uluslararası sularda silahsız sivillere saldıran pür-silah İsrail askerlerinin kendilerini savunduğunun belirtilmesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından şiddetle eleştirilmiş ve raporun Türkiye tarafından yok sayılacağı bildirilmiştir. Diplomatik ve askeri açıdan tedavisi kısa ve orta vadede zor olan bir sürece sürüklenen Türkiye bu olaylar sonucu zaten artık fazla güvenilmeyen bir müttefiki kaybetmiş oldu, ancak bu noktada İsrail'in kaybı Türkiye'den büyüktür, çünkü bulunduğu coğrafyada sadece tek bir ülkeyle müttefik sayılabilecek olan İsrail bu ülkeyi de kaybederek tek başınalığını pekiştirmiş oldu. Filistindeki insanlık ayıbına da daha fazla dikkat çekilmesi yine İsrail'in kaybına olacak ve Avrupa ülkeleri de zaten belirtmiş oldukları tepkileri çok yüksek seviyeye ulaşmasa da artırarak sürdürecektir. Bunların yanındaki en önemli konu ise iki ülke arasında ve ağırlıkla siviller tarafından yürütülen ve hacmi 2,5 milyar doları bulan ticarete vurulacak olan darbe olacaktır. Türkiye'nin 1,1 milyarı bulan ithalatı azalacak veya kesilecek, İsrail'in ise 1,4 milyarı bulan ithalatı yara alacaktır.

Filistin'e yapılanlar ve daha sonra Türkiye'ye karşı verilen tepkiler ve verilmeyen karşılıklar, ilişkilerin bu noktaya geleceğini zaten gösteriyordu, dolayısıyla 2. katip seviyesinde temsil durumu, malum'un ilanı olarak değerlendirilebilir. İsrail'e olan güvenin azalması  Türkiye'yi İsrail'e bağımlı olduğu askeri alanlarda çalışmalar yapmaya zorlamış ve heron insansız hava uçaklarının muadilleri Türkiye'de de üretilmeye başlanmıştı, bu gelişmeler Türkiye'nin teknolojiyi satın almak yerine üretmeye yönelmesine de dolaylı yoldan katkı sağlamıştır denilebilir, ancak genel bağlamda bölgenin önemli ve tehlikeli ülkelerinden olan İsrail ile kopan ilişkiler uzun vadede ne sonuçlar doğuracak, beklemek ve görmek gerekir. Ancak şöyle bir çıkarım yapılabilir ki karşılıklı olarak kaybet-kaybet şeklinde açıklanabilecek politikalar en azından Türkiye'de dışa bağımlı olunan teknolojiler lehine kazan-kaybet politikalarına çevrilebilir tabii eğer geç kalınmaz ve doğru adımlar atılabilirse.

Mertcan Bilgili




Fotograf, politikadergisi.com adresinden alınmıştır.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Asmalımescit; Tamam mı, Devam mı ?

Farklı şehirlerden İstanbul'a gelen pek çok insan kendilerini İstiklal caddesine attıklarında, bu meşhur caddenin hemen arka sırasında başka bir dünya olduğu gerçeğini farkedemez. Hemen köşeden dönüp biraz ilerleyince sokaklara taşmış masalarıyla adeta bir çok alt kafeden oluşmuş dev bir sokak kafesi bulunur, Pera'nın arka sokaklarında. Kahkahalar, İstanbul'un o eski binaları boyunca göğe uzanır ve oradan karışır hayata. 1930lardan beri süregelmektedir aslında Asmalımescit'in sabahlara değin süren sefaları, Fikret Âdil'in kendi evinde geçen Asmalımescit hikâyelerini kaleme aldığı -Asmalımescit 74- isimli kitabında da bu olaylara adeta tarihin kapısını aralamışçasına şahit oluruz. İşinden gücünden çıkan bir çok İstanbul'lu akşam Asmalımescit'e uğrayıp birşeyler içmeden geçmez çoğu zaman evine, gün boyu kapalı odalar arkasında zamanı geçenlerin hayata göz kırpmasıdır belki de bu ve orada sosyalleşir bir çok genç ve nice dostlukların temeli atılır, daha önce atılmış olanlar ise bina edilir -di.
    
Son günlerde sokağın kimliğini oluşturan masalar, sandalyeler belediye ekiplerince toplatıldı ve yine eskisi gibi kapalı mekanlara hapsedildi. Gerekçeyi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, zaten bir çok şikayet alıyorduk, vatandaş sokaklarda yürüyemez hale gelmişti sözleriyle açıkladı, ayrıca bazı işyerlerinin kurallara riayet etmediğini bu sebeple yaptırım yoluna gidildiğini de vurguladı. Şimdi bu açıklamaları ele almak gerekirse birincisi, sokakta yürünemez hale gelmesi, o bölge zaten sadece kafelerin ve bir takım sanat atölyelerinin bulunduğu bir mekan, yani oturulan bir muhit değil, dolayısıyla evine veya işine gitmek için o bölgeden geçmek zorunda olan bir topluluk bulunmamakta, Asmalımescit'e gelenlerse zaten oranın bu iç içe havasını tercih edenler. Geceleri yüksek ses oranının geç saatlere kadar devam etmesi de yine bu günlük hayattan izole sokağı ilgilendirmeyen bir durum. Çünkü yine bahsettiğim gibi bölgedeki binalar barınma amaçlı değil işyeri amaçlı kullanılıyor. Denilseydi ki herhangi bir yangın tehlikesi anında bu sokaklara nasıl girilecek daha sağlam bir dayanak noktası olabilirdi, ki bu noktada da bu tarz yerlerin Avrupa'daki örneklerine uygun olarak her binanın kendi söndürme sistemine sahip olması yoluna gidilmesi mantıklı bir yaklaşımdır. İkinci nokta olarak ise bâzı işyerlerinin kurallara uymayan davranışlarda bulunması verilmiş, evet her zaman kuralların toplumun huzuru için konulduğu savunulabilir - tabii ki kuralları mantık eleğinden geçirerek- bu durumda da bu işyerlerinin cezalandırılması doğaldır fakat yöntem uygun değildir, ayrıca kurunun yanında yaş olanı da yakmak ancak doğa kanunlarında geçerlidir, hukuk'ta ceza çekmesi gerekmeyeni de cezalandırmak kuralların sağlam temellere oturmadığının bir göstergesidir. Gelelim Topbaş'ın açıklamalarında yer almayan fakat kimi topluluklarca ele alınan diğer sebebe; mekanın içkili satış yapan bir mekan olması dolayısıyla bâzı siyasi çevrelerin duyduğu rahatsızlık sonucu karar alındığı öne sürülüyor. İslâm dinine göre mübârek bir ay olan Ramazan ayı öncesi bu olayın cereyan etmesi ise şüphe uyandıran bir teori, genel toplum yaşamından izole edilmiş olan bu sokak zaten sadece oraya gerçekten gitmek isteyenlerin gideceği bir yerde, dolayısıyla toplumun genel değerlerine açık bir şekilde aykırı bir durum sözkonusu değil, ayrıca yine bu teorinin doğru olduğunu varsayarsak; orucun, mü'min'in kendi iradesiyle olan bir imtihanı olması sebebiyle de bu uygulamaya gidilmesine gerek yoktur, her müslüman kendi öz bilinciyle dini yasaklardan uzak duracaktır, ancak bu noktada laik devlet yapısına uygun hareket edilmeli ve kendisi gibi düşünmeyenleri engelleme yoluna başvurmamalıdır.

Genel itibâriyle ele alındığında Beyoğlu bölgesinin simgeleri halinde bulunan Asmalımescit, Nevîzade ve Fransız(Cezayir) Sokağı gibi yerlerin kendi kimliklerini koruyarak yaşamlarına devam etmeleri gerekir. Avrupa ülkelerinde de bir çok örneği bulunan bu gibi yerler toplumun günlük hayatının ilerleyişine engel teşkil etmemektedir dolayısıyla varlıklarını sürdürmelerinde herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Bu olayın bâzı siyâsi çevrelerin kendi insiyatifleri doğrultusunda gerçekleştirilen bir eylem olması ise şimdilik bir teoriden ibarettir, bu teori ancak Ramazan ayından sonra uygulamaya son verilirse daha geçerli bir hâl alır. Umut edelim ki gideceği mekanı seçmekte hür olduğu öngörülen insanımız, bu gibi mekanlara tekrar kavuşsun ve tarihi Pera semtini kimliklerinden arındırma çabaları son bulsun.






Fotograf, thegate.boyut.com.tr adresinden alınmıştır.

17 Mayıs 2011 Salı

Kırım Tatar Sürgün ve Soykırımı

Kırım Tatar Sürgün ve Soykırımı
Mertcan Bilgili

Tarihte, Doğu Avrupa’da Müslüman etnik gruplara bir çok kanlı sürgün uygulanmıştır, işte bunlardan biri ve belki de en geniş çaplısı Kırım Türklerine karşı Sovyet Rusyası tarafından yapılmış olan Kırım Türk Soykırımıdır. Bu sürgün 18 Mayıs 1944’te dönem Sovyet Rusyasının başkomutanı Joseph Stalin tarafından verilen emirle başlamıştır.(Biyografi.info) Stalin’in yaptığı sürgün’den mahrum olanlar I.Aydıngün ve A.Aydıngün’ün 2007 tarihli çalışmalarında “Karadeniz’in kuzey kısmında(Günümüz Kırım ve Ukraynası) yaşayan, Türkçe konuşan Hanefi-Sunni Müslüman olan bir etnik grup olarak tanımlanmıştır.Yine aynı kaynağa göre, ancak 1989dan yani sürgünden uzun bir zaman sonra sürgün’e maruz kalanlar evlerine dönebilme hakkına kavuşmuşlardır. Bu çalışmayı daha iyi anlayabilmek için bazı tanımlara göz atmak yerinde olacaktır.
 
Merriam-Webster Collegiate Sözlüğüne göre sürgün; bir grubun kanundışı hareketleri sebebiyle bulundukları yerden taşınmaları, soykırım ise istemli ve sistematik bir şekilde bir etnik, politik ve kültürel grubun öldürülmesidir, şeklinde geçmektedir. Bu mânâda soykırım bir çok can ve mal kaybına yol açmıştır ve bir çok tarihçi bu kanlı eylemi araştırmayı bir insanlık görevi olarak bilmişlerdir. Dr. Kemal Özcan da bu araştırmacılardan biridir.
 
Soykırım ile ilgili olaylar Dr. Kemal Özcan’ın 2002 tarihli kitabında aşağıda geçen şekilde belirtilmiştir; Kırım Türk Ulusal Hareketi tarafından yapılmış çalışmaların ışığında 238.500 Kırım Tatarı, Kırım’dan Özbekistan, Kırgızistan, Altay ve Türkiye’yi de içine alan Orta Asya ülkelerine sürgün edilmiştir. Sürgün edilen insanların %84,6sı kadın ve çocuklardan oluşmuştur ve ancak 55 yıl sonra kendilerine eve dönüş hakkı verilmiştir.
 
Günümüz Kırımında geri dönüş yapan Tatarlar dahil 2.033.700 insan yaşamaktadır fakat bu rakamın yalnızca %13ü Kırım Türklerinden oluşmaktadır ancak Kırım Tatarcası ülkenin resmi dillerinden biri olarak kabul edilmektedir.(ukrcensus.gov.ua04/08) Emin olunmalıdır ki Kırım Türkleri bu 55 yıllık süreçte ve sonrasında tahayyül edilemeyecek acılar çekmişlerdir.
 
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılabileceği gibi Kırım Türkleri yine kendileri gibi Türk kültürüne sahip ancak alışık olmadıkları bir iklim ve coğrafyaya sürgün edilmişlerdir, bunun bir sonucu olarak sürgün edilenlerin yaşamları bir çok yönden sorunlarla dolmuştur. Bu sorunlardan bazıları, F.Taştekin ve M.Özkaya’nın çalışmalarında şöyle geçmektedir. Kırım Tatarları geri döndüklerine fark ettiler ki malları, evleri, camiileri ve diğer yapılar yağmalanmış ve yıkılmıştı bir kısmı ise Ruslar ve Ukraynalılar tarafından paylaşılmıştı. Günümüzde 250.000 Kırım Türkü kendi topraklarına dönmüştür ancak evlerini geri alamamışlardır. Bütün bu problemler ve aşağıda bahsedeceğimiz daha niceleri Kırım Tatarlarının hayatlarında onulmaz yaralar açmıştır. Bu çalışma “Kırım Soykırımının sebepleri ve sonuçları nelerdir” sorusuna cevap bulmayı amaç edinmiştir.
 
Şüphesiz Kırım Tatar Türklerine yapılan sürgün hakkında, sonuçlarının çok dramatik ve etkileyici olması sebepleriyle bir çok görüşler vardır, ancak bu çalışmada temel olarak bunların üç tanesi ele alınacaktır. Bu olaylar kronolojik sırası ile yani “Kırım Sürgünün Sebepleri”, “Sürgün Esnasında Meydana Gelen Olaylar ve İstatistikler” ve son olarakda “Eve Dönüş: Kırım” isimleri altında incelenecektir.
 
Kırım Sürgünü’nün Sebepleri
Bir çok tarihçi ve araştırmacı arasında Sürgün’ün sebebi olarak, II. Dünya Savaşı esnasında Kırım Türklerinin ve Almanların ilişkileri görülmüştür. Fakat neden Kırım Türkleri Rusların karşısında olmayı tercih etti? J.Otto Pohl’un 2000 tarihli araştırmalarına bu olaylar şu şekilde açıklanmıştır, 1930’un başlarında Stalin Kırım Türklerine karşı bir etnisite başlatmıştır, örnek olarak 1935ten 1938’e kadar Sovyet yönetimi 23 adet Tatar Yayınevinden 14ünü kapattırmış ve yazarlar ve filozofları da içine alan entellektüel kesimden bir çok kişiyi de idam etmiştir, bunun bir sonucu olarak ise Tatar halkı Sovyet Rusya’sına karşı bir tutum ve tavır almışlardır. II.Dünya Savaşı’nda Alman Hükümeti bu çatışmayı savaştan daha karlı çıkabilmek adına kullanmaya çalışmıştır. J.Otto Pohl’un dışında diğer araştırmacılar da aynı görüştedirler.
 
Bir çok yönden I.Aydıngün ve A.Aydıngün’de Otto Pohl ile aynı görüşleri paylaşmıştır. 2007 tarihli çalışmalarına göre öyle anlıyoruz ki Sovyet Rusya’nın Kırım Türklerine karşı tutumu onları Rusya karşıtı bir tavır almaya zorlamıştır. Sovyet Rusyasının en önemli emellerinden biri de Kırım’ı Rusya’ya entegre etmekti. 1917 yılında Rusya’da meydana gelen devrimden sonra, bir grup milliyetçi Tatar bağımsız bir Kırım Tatar Devleti kurmayı denedi ancak Bolşevikler bu girişimi mümkün olan en kısa sürede bertaraf ettiler. Kırım Milliyetçilerinin önderi Numan Çelebi Cihan Bağımsız bir devlet kurmak istediği için ölüme mahkum edildi. 1920li yıllarda Kırım Uyanışı vuk’u buldu ve ülkede bazı iyileştirme ve düzenlemeler yapıldı ancak ülkenin bu serbest atmosferi çok uzun süremedi. Daha önce de bahsedildiği gibi bir çok entellektüel öldürüldü veya sürgüne gönderildi. Bu etkenler Kırım Türklerinin II.Dünya Savaşı esnasında, Alman Ordusu’nun yanında Sovyet Rusyasına karşı yer almasının temel sebepleri olmuştur. Kırım Türklerinin Alman ordusuna bazı konularda yardımcı olması, dönemin lideri Stalinin Kırım Türklerinin sürgün edilmesi gerektiği fikrine sahip olmasını doğurmuştur. Meydana gelen sürgün esnasında olumsuz hava ve aktarım koşulları sebebiyle bir çok ölüm ve hastalık ortaya çıkmıştır. Farklı kaynaklar bu ölümler ile ilgili farklı rakamlar verse de hepsi sürgün sırasında 180.000den fazla insan öldüğü konusunda hemfikirdir.
 
Sürgün Esnasında Meydana Gelen Olaylar ve İstatistikler
Kırım Tatar Sürgünü kapsadığı insan sayısı ve sebep olduğu ölüm ve hastalıklar bakımından dünyadaki en büyük soykırımlardan biridir. Dr. Kemal Özcan’ın 2002 tarihli kitabına göre, yalnızca Kırım Türkleri değil diğer Kafkas halkları da bu sürgünden nasiplerini almışlardır. Beriya’nın Stalin’e sunduğu rapora göre toplamda 225.009 kişi sürgün edilmiştir ve bunların 183.155’i Türk 15.040’ı Yunan, 12.422’si Bulgar geri kalanı ise Alman ve Ermeniler gibi farklı ırklardan oluşmuştur. Stalin’in bir diğer rapotörü olan Kabulov ise sürgünden sonraki raporunda Kırım’ın Türklerden tamamıyla temizlendiğini bildirmiştir. Kırım Türk Milli Hareketinin raporlarında ise bu rakamlar biraz daha farklıdır, 238.500 Kırım Türkü sürgüne gönderilmiş ve bunların %86.4ünü kadın ve çocuklar oluşturmuştur. Diğer bir resmi kaynak olan ve Kırım Komunist Partisi Merkez Komitesi üyesi Nemikin tarafından yapılan çalışmaya göre sürgün edilen Türklerin sayısı 187.859 olarak, Sovyet Hükümetinin Polis şeflerinin raporunda ise bu rakam 188.626 olarak geçmektedir. Bu araştırmalar göstermektedir ki en az 180.000 Kırım Türkü sürgün edilmiştir.
 
J.Otto Pohl’un çalışması da yaklaşık olarak aynı rakamları vermektedir fakat buna ek olarak sürgün sonrası kötü hayat koşulları sebebiyle gerçekleşen ölümleri de içermektedir. Bu kaynağa göre 18 Mayıs 1944ten 20 Mayıs 1944’e kadar toplamda 183.155 Kırım Türkü Özbekistan’a sürgüne gönderilmiştir. Özbekistan’a ulaşabilen insanların önemli bir kısmı ise hayatlarını burada kaybetmişlerdir. NKVD(İçişleri Halk Komiserliği)’nin arşivlerinde yer alan bilgilere göre 1944’ten 1946’ya kadar 26.775 kişi yani yolculuk sonrası hayata kalabilenlerin %17.8’i ölmüştür ki bunların 2/3’ü kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. Ibid’in raporuna göre 1945’ten 1950’ye kadar 32.107 ölüm olayı gerçekleşmişken yalnızca 13.823 doğum gerçekleşmiştir. Bu son rakamlar yalnızca Kırım Türklerini değil, diğer sürgün edilen etnik grupları da kapsamaktadır, ancak kolayca anlaşılabilir ki toplamda sürgün edilen Türklerin sayısı diğer milletlerden kat be kat fazla olduğu için bu rakamlarında büyük kısmını Türkler oluşturmaktadır. Michael Rywkin’in araştırmalarına göre toplamda 42.000 Kırım Tatarı sürgün sonucu hayatını kaybetmiştir ancak diğer araştırmacılar sürgün edilenlerin en az %46sının yani en az 100.000 kişinin sürgün sonucu hayatlarını kaybettikleri konsunda fikir birliği etmişlerdir. Araştırmalarda görülebileceği üzere her bir Kırım Türk vatandaşı mal varlığını kaybetmiş ve zorla Orta Asya’ya sürülmüştür. Sürgün edilenlerin çok önemli bir kısmı olumsuz sürgün ve yaşam koşulları sebebi ile ölmüştür. Yabancı ülkelerde baskı altında geçen 45 yıldan sonra 1989’da Kırım Tatar Türklerine geri dönüş hakları verilmiştir ancak Tatarlar için sorunlar henüz bitmemiştir.

Eve Dönüş: Kırım
Eve dönüş kısmı sürgün’ün belkide en önemli kısmıdır. Sovyet Birliği Yüksek Konsili 14 Kasım 1989 tarihli deklarasyonunda şu açıklamayı yapmıştır, “Stalin rejiminin barbarca davranışları sonucu İkinci Dünya Savaşı süresince Balkarlar, Kalmıklar, Çeçen-İngular, Kırım Tatarları, Karaçaylar, Ahıska Türkleri ve Almanlar yaşadıkları yerlerden sürgün edilmişlerdir.” bu sürgünün kabulünden sonra aynı kurum,”Sovyet Birliği Yüksek Konsili, baskı altında kalan Sovyet halklarına hiç bir şarta bağlı kalmaksızın haklarının iade edilmesi gerektiğini düşünür.” Sovyet Birliğinin en yüksek otoritesinin bu açıklamalarından sonra Kırım Tatarlarının da içinde olduğu ve sürgüne uğrayan bütün etnik gruplar eve sorgusuz sualsiz dönüş hakkı elde etmişlerdir. Sovyet Hükümeti geri dönüşü organize etmek amacıyla bir komite kurmuş ve Kırım’a dönüş ile ilgili planlar hazırlamıştır. 1990 senesine kadar toplamda 83.116 Kırım Tatarı atalarının topraklarına dönüş şansı elde etmiştir, ancak diğerleri o kadar şanslı değildi çünkü o dönemlerde fakirlik, sürgüne gönderilenler için neredeyse standart hâlini almış bir durumdu.(Özcan, 2002)
 
Prof. Semyor Gitlin geri dönüşü, çalışmasında şu şekilde açıklamıştır, Kırım Tatar Türkleri Atayurtlarına döndükleri zaman sağlıklı bir barış ortamına kavuşamadılar, çünkü Ukrayna ve Sovyet Rusyasının çarpışan jeopolitik istekleri arasında kalmışlardı Kiev, Kırım Tatarlarını, Kırım yarımadasında yaşayan ve Rusça konuşan halklarla aynı kategoride sayıyor ve müttefik olarak görüyordu ancak, Rusya’da günümüzde bile hâlâ devam eden ayrımcılık problemi o günlerde de yarımadaya hâkim olmuştu.
 
Günümüzde, eve dönüşlerden sonra Kırım Otonom Cumhuriyeti’nin nüfusu 2.024.000i bulmuştur ancak bu rakamın yalnızca %12,64’ü Tatarlardan oluşmaktadır.(ukrcensus.gov.ua) Tatarların geri kalanları Türkiye’den Kırgızistan’a kadar bütün Orta Asya’da yaşamaktadırlar.
 
Yukarıda sıralanan bütün bilgilerin ışığında, Kırım Tatarlarının İkinci Dünya Savaşından en kötü şekilde etkilenen halklardan biri olduğu apaçık ortadadır. Geri dönüş yolunda çekilen zorluklar ve Sovyet yönetiminin uyguladığı keyfi politikalar sonucu Kırım Türkleri evlerine dönüş hakkı elde etmiş olmalarına rağmen zulme maruz kalmaya devam etmişlerdir.
 
Sürgün yerlerinde Kırım Tatarlarına sağlanan yaşam koşulları insan sağlığına uygun değildi bu sebepten Tatarlar Atayurtlarına dönmek için çok hevesli idiler, fakat ilk sürgünler memleketlerine geri döndükleri zaman Kırım’ın hatıralarından ve hayallerinden çok uzaktaki bir yapıya büründüğünü anlamış oldular.
 
Kırım’a dönebilenler ilk başta çok yaygın bir işsizlik problemiyle karşılaştı. Olena Kulenkova’nın çalışması işsizliğin çok yaygın olduğunu şu yüzdelerle göstermiştir. Genel itibâri ile işsizlik %49.6 civarındaydı ancak bu yüzdeler yerel olarak bu değerlerin üzerindeydi, dönemin Kırımında, Bahçesaray’da %51, Saki’de %60.3, Leninski’de %65.6, Yalta’da %59.4, Feodosiya’da %53.6 ve Sudak’da %58.7 civarında seyrediyordu. İşsizliğin yanında barınma ve altyapı sorunları da önemli bir yere sahipti. SCNM(State Committee for Nationalities and Migration)’nin çalışmasına göre Kırım Tatarlarının %48.8’i kendi evlerine sahip değildi. %5.2’si halk evlerinde, 1.8’i özel apartlarda, %16.8’i otellerde,%4.4’ü kiralık evlerde %11.5’i tanıdıklarının yanlarında %4.4’ü ise daha farklı şekillerde barınma problemini çözmeye çalışmışlardı. Bir evsahibi olabilenlerin yaşadığı evler ise ya tamamlanmamış ya da yapım aşamasında idi. Yeni yerleşim yapanların köylerinin %75inde elektrik vardı ancak, yalnızca %27si ev içinde suya, %3’ü doğalgaz’a(ısıtma için kullanılmıyor) ve %10u ise yollara ve anayollara bağlantıya sahipti. Bu yüzdeler göstermektedir ki Kırım Tatarları için hiç bir şey eskisi gibi değildi, atalarının topraklarında sıfırdan bir hayat kurmak zorunda kalmışlardı.
 
Sovyet Rusyasının ikiyüzlülüğü de Kırım Tatarlarını zor durumda bırakmıştı. Dr.Necip Hablemitoğlu kitabında bu ikiyüzlülüğü şöyle aktarmıştır, Sovyet Rusyasının 5 Mayıs 1967 tarihli açıklaması ile Atayurtlarına geri dönen Kırım Tatarları, ücretsiz ekim alanları ve evler gibi bâzı haklara sahip olacaklardı ancak geri döndüklerinde kendi eski evlerinin dâhi Ukraynalılar tarafından gasp edildiğini gördüler. Köylerinin isimleri değiştirilmişti, ve tarihi değeri olan yapılar da dahil bir çok bina ya yıkılmış ya da amacı dışında kullanılmaya mahkum bırakılmıştı. Üstüne üstlük geri dönme haklarını elde etmiş olmalarına rağmen, yerleşim olanağı bulamadılar. Ukrayna Ulusal Polisi tarafından 1967-68 yıllarında 12.000 Kırım Tatarı Özbekistan’a tekrar dönmeye zorlandı. Bu da demek oluyor ki bütün birikimlerini harcayarak ve yerleşimlerini geride bırakarak Atayurtlarına dönmeye çalışan Kırım Tatarları ikinci bir kez daha yıkıma uğramışlardır.
 
Sovyet Rusyası geri dönenlere yerleşim ve iş sözü de vermişti ancak Kırım Türkleri geri döndüklerinde gördü ki Sovyet Rusyası bu konuda da sözünde durmamış ve geri dönenler işsiz bir şekilde açıkta kalmışlardı. Kulenkova ve Hablemitoğlu’na ek olarak Dr. Kemal Özcan’da kitabında bu konulara değinmiştir. 1974’te yürürlüğe giren yasaya göre geri Atayurtlarına dönmek isteyen Kırım Tatarları hükümete kalacakları bir yer ve çalışacakları bir işi bulup taahhüt etmek zorundaydılar. 1977 yılında 300 aileye yerleşim hakkı tanındı ancak geri dönmek için başvuran ve kabul edilen diğer 2098 kişi Kırım’a geldiklerinde yerleşim hakları tanınmadı. Daha önce Kırım’a yerleşen aileleri kalacak yer olarak belirleyen ve hükümete gösterenlerin de yerleşim hakları ellerinden alındı(Ukrayna gizli hükümet raporunda geçmektedir). 
 
Sonuç olarak bütün bu tarihsel süreç göstermektedir ki, Kırım Türkleri İkinci Dünya Savaşından îtibâren uzun yıllar süren bir yıkım sürecinin içine sürüklenmişlerdir. Bugün, sürgünden sonra geçen 65 acı dolu yıldan sonra Kırım hâlen Ukrayna’ya bağlı bir Otonom Cumhuriyettir ve Atalarının topraklarında dış işlerinde bağımsız bir yapı sergileyememektedir. Bu da demek oluyor ki, Kırım Tatarları hâlâ tam olarak özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına kavuşamamıştır.
 
Referans Listesi
1_ Aydıngün. I. & Aydıngün.A. (2007). Crimean Tatars Return Home: Identity and Cultural Revival.
Journal of Ethnic and Migration Studies, 33, 1, pp 113-128.
2_ Biyografiler (2004) Retrieved April, 14, 2008 from http://www.biyografi.info/kisi/josef-stalin
3_ Gitlin.S. (1998) Crimean Tatars in Uzbekıstan: Problems and Developments Retrieved April, 14
4_ Hablemitoğlu.N. (2004) Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı. (pp 110-130)
İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
5_ Kulenkova.O. (n.d) Governance in the Multi-Ethnic Community of the Autonomous Republic of
Crimea. Retrieved April, 10, 2008 from:
6_ Merriam-Webster Online (2008) Retrieved April, 14, 2008 from
7_ Özcan K. (2002) Sürgüne Gönderilmeleri, Yurtlarına Dönme Mücadelesi, Vatana Dönüş.
(pp 64-67, pp 176-185, pp 209-215) İstanbul: Tarih ve Tabiat Vakfı Tatav Yayınları.
8_ Pohl.J.O. (2000) Identity The Deportation and Fate of the Crimean Tatars. April, 10, 2008, from
9_ State Statistics Committee of Ukraine, April, 14, 2008 from http://www.ukrcensus.gov.ua
10_ Taştekin.F. & Özkaya.M. (2002). Kafkasya’Da Bitmeyen Sürgün ve Çeçenistan Trajedisi, Retrieved April, 12, 2008 from:
http://www.kafkas.org.tr/hakkinda/kafkasyada_bitmeyen_surgun_ve%20cecenya_trajedisi.html