29 Kasım 2010 Pazartesi

Tarih kitabının bir yaprağı daha tutuştu bugün; Haydarpaşa, dünyanın merkezine açılan kapı

Bir martı süzülüyor yaklaşan vapurun önünden, kulakları çınlatan bir düdük sesi, Bağdat'a gidecek olan buharlı trenin kalkmakta olduğunu anlatıyor, heybetli bir taş binanın kulelerinin ardından güneş yükseliyor yeni bir güne; evet tasvirini yaptığımız bina hepimizin kâh Yeşilçam filmlerinden, kâh İstanbul kartpostallarından hatırlayacağı belki de ekmeğimizi kovalamak için umutla denize açılan geniş kapısından geçtiğimiz dev bina. 1908 yılında dönemin padişahı II. Abdülhamit Han tarafından yapımına başlanan Alman-İtalyan-Türk ortak yapımı, adetâ bir mimari şölen niteliği taşıyan ve İstanbul'u Bağdat'a taşıyacak demiryolunun başlangıç istasyonu olarak inşa edilen bir gar binası Haydarpaşa tren garı. Kadıköyden İstanbul'a gitmek üzere, çingene vapuru(*)'na binen anadolu yakası sakinleri ona selam vermeden geçemezler karşıya. Köyden, Istanbul'a çalışmaya gelen Anadolu halkınında başını döndürmüştür yıllardır ve dev saatine bakmak için yukarı kalkan başlardan hep şapkalar düşmüştür yapıldığı günden beri. Bu tarihi bina, yeni bir devrin başlangıcına yani Cihan hükümdarlığının sona erip Cumhuriyet'in kuruluşuna bizzat tanıklık etmiş ve bu süre zarfında iki de Cihan Harbi görmüştür. İşte bunların ilkinde ambarında bulunan savaş mühimmatı ve cephanelikler, sadece Türk değil bütün dünya tarihine yapılan bir sabotaj neticesinde tutuşmuş ve Haydarpaşa alevlerle olan ilk imtihanını 1917 senesi 6 Eylülünde vermişti. Ağır hasar gören yapı restorasyonlar ile günümüzdeki hâline kavuştu ancak atlatılan bu yangın kadîm yapının yüzleşeceği son yangın değildi, takvimler 1979 senesi 15 Kasımını gösterip, saatler yediyi vurduğunda "Independenta" isimli tanker, Haydarpaşa iskelesi açıklarında bir başka gemi ile çarpıştı ve bu olayda açığa çıkan patlamayı göğüsleyen bina, yine yaşlı Haydarpaşa binası oldu, patlama ile çevre o kadar ısındı ki, binadaki kurşun vitraylar bile eridi. 1983 yılında restorasyonu tamamlanan bina eski görünümüne kavuştu ve artık rahat edeceğini umdu ancak, hayır! 2010 Kasımında bir ülkenin tarihi yeniden tutuştu ve Haydarpaşa, çatısından itibâren yanmaya başladı ve 2 saat sonunda kara ve denizden yapılan müdahaleler ile söndürüldü ve soğutuldu.

Elbette binanın tamamıyla yanmaması sevinilecek bir durum ancak Haydarpaşayı sadece taştan bir bina olarak ele almak yanlıştır ve binanın ayakta kalabilmesi her ne kadar umut verici olsa da binanın içindeki hasarın telâfisi kesinlikle yoktur. Dördüncü kat yani çatı katının bir altı Haydarpaşa'nın arşividir, bu katın da tamamıyla yangından hasar gördüğünü düşünürsek kaybolan bilgiler durumun vehametini anlatmaya yetecektir, ancak kaybedilen sadece arşiv bilgileri değildir. Her yönü ile tarihin, el işçiliğinin ve sanatın görünen yüzü olan Haydarpaşa'nın iç duvarları da hem sanat tarihimizi ve hem de kültürümüzü yansıtan yağlı boya tablolar ile süslüdür, duvarların kendisi ve tavanlar ise ayrıca oyma eserler ile bezelidir. İşte bu muhteşem yapının, dördüncü katını ve çatı katını kaybettiğimizi söyleyebiliriz, peki günümüz dünyasında bu derece mühim bir eserin yangından korunması bu denli imkansız ve zor mudur? Yanıt net ve basit "hayır!" yeni yapılan konutlarda bile bulunan alarm ve otomatik söndürme sistemi pek tabii bu binaya da monte edilebilirdi, bu sayede hacimce az fakat tazyikçe kuvvetli su, azami özen ve asgari hasar ile binayı yangından kurtarmaya yeter ve yangın başladığı anda sönerdi. Diyelim ki kültür mirasımızda bulunan bu binaya böyle bir sistem kurulması binanın orjinalliğini bozacaktu ve bu sebeple bu sistemin kurulması için gerekli izin Kültür Bakanlığından çıkmadı, peki İstanbul itfaiyesinin milyonlar verip aldığı yangın söndürme helikopter ve uçakları neredeydi, bu yangında da kullanılmayacaksa bu araçlar neden alındı? Evet, denizden gelen söndürme gemileri gayet kuvvetli bir söndürme işlemi yaptı ancak binanın tamamının yıkanması ile sonuçlanan bu olay sebebiyle bina katlarının tavanlarından oluşan yoğun akıntı yine hasara sebep oldu.

Gelelim bina ile ilgili komplo teorilerine, binanın bulunduğu alan, günümüz İstanbul'unun en kıymetli mevkiilerindendir. Geçtiğimiz yıllarda da çok defalar dile getirildiği gibi mükemmel bir rant kapısı olan binanın otele çevrilmesi veya arazisi içerisine bir alış-veriş merkezi kurulması, planlar arasındaydı. İşte bu sebeple binanın bilerek yakılmış olabileceği ve yangın sonrası verilecek raporların, binanın artık gar görevini yerine getiremeyeceği yönünde çıkmasıyla, İstanbul tren garı farklı bir noktaya taşınacak ve yapının kullanım hakları istenildiği gibi devredilebilecektir. Tabii ki bu teoriler gerçeği yansıtmak mecburiyetinde değil ancak günümüz dünyasında böyle değere sahip bir yapının yangına karşı korunmasız bırakılması mide bulandırıyor ve akıllarda soru işaretleri oluşmasına sebebiyet veriyor.

Bekleyip itfaiyenin hazırlayacağı yangın raporunu hep birlikte göreceğiz ancak, sunulacak rapordan ne derece tatmin edici cevapların çıkacağı tam bir muamma. Ümit ediyoruz ki bu bina bize olduğu gibi çocuklarımıza ve torunlarımıza da ilham vermek üzere ayakta kalır, yüzlerce martıyı evsiz bırakmaz ve Kadıköy'den İstanbul'u dingin ve huzurlu seyretmeye devam eder.

(*) Çingene Vapuru; İstanbul'da Eminönünden kalkan ve çapraz dikişler şeklinde boğazın iki yakasını birbirine dikercesine Anadolu Kavağı'na kadar bütün iskelelere uğrayan ve bu sebeple her evin kapısını çalıp para dilenen çingenelere atıfta bulunmak için bu ismi alan Şirket'i Hayriyye vapurlarından biridir.


Fotograflar, ntvmsnbc.com internet sitesinden alınmıştır.

19 Kasım 2010 Cuma

Asya'da Çin Malı Stratejiler

Uzun müddet, başta A.B.D. olmak üzere gelişmiş Avrupa ülkeleri tarafından da oksijeni kısılmak suretiyle uykuda kalması sağlanan ancak nihayet bu uykusundan uyanma belirtileri gösterip hızlıca toparlanan Çin Halk Cumhuriyeti günümüzde Asya politikalarına mihmandarlık etme görevine soyunuyor, ancak bu uyku mahmuru insan gücü devi, bir kıtanın politikasını belirlemek gibi zor bir işi, sizce başarabilecek mi?

Çin'in ucuz iş gücünün beslendiği ana damarı tahmin etmek çok güç olmasa gerek, Bingo! sizlerin de doğru tahmin ettiği gibi Kapitalizm. Zaten Çin'deki hayat şartlarının bir insanın hayatını idamesi için gerekli olan temel şartların çok altında bir irtifada seyretmesi sebebiyle gelişen sanayii ve buna bağlı olarak artan taleplerin karşılanmasına iş gücü yönünden katkı sağlayacak "insan" grubu, bu taleplere mecburiyetten olsa gerek cevapsız kalmadı ve girişimci ruha sahip bir kaç kısa boylu çekik gözlü dost, devlet yönetimi tarafından sübvanse edildi ve dünyaya, adına ucuz üretim denen ve yatırımcılarda bağımlılık yaratan sistem bedavaya yakın bir meblağ ile sağlandı, böylece ilk atölyeler kuruldu ve bütün dünya yatırımcılarına ticaret dili olan İngilizce ile "Shipping cost? Under this conditions forget about it!" dedirtecek koşullar doğdu. Yeni iş gücü o kadar ucuzdu ki, üretim sürecinden tüketicilere ulaşım süreci, arada binlerce kilometre olmasına rağmen önemini yitiriyordu, hatta ve hatta bu ucuz iş gücü yatırımcıların başını öyle döndürdü ki, hedef kitlenin hemen yanıbaşında bulunan ülkelerdeki fabrikalarını kapatıp bir de üstüne Çin toprakları içinde yeni fabrikalar kuracak duruma geldiler. Bu olay ise Avrupa ve Orta Doğu'da kalifiye fakat işsiz elemanlar ancak Doğu Asya'da kalifiye olmayan fakat çalışan bir kesimin oluşmasına zemin sağladı. Olayın bireyler bazındaki ekonomik etkilerini bir yana bırakalım, çünkü ülkeler ve çok-uluslu şirketler üzerindeki  yaptırımlar, bireyler bazından daha dramatik sonuçlara yol açabilir. Şimdi isterseniz, yeni dünya düzeninde Asya ülkelerinin özelliklede Çin'in yerini masaya yatıralım.

Küresel süper güç olarak tanımlanan ancak militaristik anlayışı, gözdağı ver, tehdit et ve sadece yıkıma odaklı savaş aç'tan öteye geçemeyen Amerika, nasıl bir Asya istiyor? Tabiidir ki A.B.D.'de diğer despot yönetimler gibi, gücümüze güç katalım ve bu yolda önümüze çıkan engelleri yıkalım politikasının dünyamızdaki bayrak taşıyanı. Bu sebeple, stratejilerinin odak noktası her zaman tek merkezli dünya fakat çok merkezli kıtalar ve dolayısıyla çok merkezli Asya olacaktır. İşbirliğine gitmiş bir Asya, askeri büyüme hızı ekonomik büyüme hızının üç katına çıkmış bir Çin'i ile bir dönemler uzay teknolojisinde kıran kırana yarıştığı Rusya'sı ile dünyanın ikinci kalabalık ülkesi ve dirayetli insanları sayesinde hedefe kitlenen Hindistan'ı ile doğal gaz, petrol gibi A.B.D.'nin adeta göbeğinden bağlı kaynaklara sahip olan Türki Cumhuriyetleri ile ve Teknolojinin pîrlerini içinde barındıran çalışkanlığın simgesi Japonya'sı ile dünya üzerinde söz sahibi olmaya aday bir coğrafya, bu da güçlü Asya eşittir güçsüz A.B.D. tezinin en önemli dayanak noktalarından biridir. Bu bağlamda Amerika'nın en azından önümüzdeki çeyrek yüzyıldaki politikasının Asya'yı kutuplaştırmaya devam etmek yönünde olacağı söylenebilir. Peki genelde daha sessiz davranan Avrupa'nın bu konudaki etkisi ne olacak? Avrupa, günümüz dünyasında kendisini, doğal kaynaklarına olan ihtiyacından olsa gerek bir çok boru hattı ile Türkiye üzerinden Asya'ya bağlamak işiyle meşgul. Bu sebeple Avrupa'nın, Asya politikaları, eğer çok soğuk geçecek olan kışlara veya sıcak fakat yüksek mâliyetli ısınma koşullarına hazırlıklı değillerse A.B.D.'ye göre daha ılıman ve cesaretlendirici olmak zorunda. Afrika ve Avustralya'nın ise Asya ile Japon yapımı otomobil satın alacak tüketici kitlesi dışında çok fazla bir çıkar ilişkisi bulunmuyor.

Gelelim Çin'in, Asya'nın hamîliği görevini yürütüp yürütemeyeceğine, ekonomik ve askeri olarak bu görevi yerine getirmek için Çin'in daha epey yolu var gibi gözüküyor çünkü süper güç olmak sadece sahip olduğunuz kuvvete değil diğer ülkelerde uyandırdığınız korku ve saygı hislerine de bağlıdır. Henüz geçtiğimiz yıllarda Tibet ve Sincan bölgelerinde yaşayan halkların başlattığı isyanlar, Çin'in hakim olduğunu iddia ettiği alanlarda dahi söz sahibi olamadığını gösteriyor ve Çin'in özellikle Sincan bölgesinde uyguladığı veya uygulanılmasına göz yumduğu kıyım, dünyaya, Amerika'dan sonra ikinci bir süper güç'ün doğması hâlinde, onun da gözünün döneceği ve Amerika'nın yakın geçmiş ve günümüzde Afganistan ve Irak'ta yaptığına benzer, sivil ölümlerin merkez alındığı, kanlı, "hedefi bertârâf et ve onun mal varlığına sahip ol" olarak adlandırılabilecek politikasının bir başka ülke tarafından sahipleneceği yönünde fikir beyan etmelerine yol açtı.

Bu olayların tamamını ele aldığımızda ulaştığımız nokta bizi şuraya getiriyor, Çin Halk Cumhuriyeti sahip olduğu rejim sayesinde, insanlarını istediği fiyatla ve istediği şartlar altında çalıştırabilecek bir güç ve dünya buna kendi çıkarları doğrultusunda göz yumuyor. Ancak bu demek değil ki, ekonomik ve askeri yönden gelişen Çin dünyanın yönetimi üzerinde söz sahibi olacak ve dünyanın merkezi Washington'dan Pekin'e kayacak. Eskiye nazaran, ülke ve çok-uluslu şirket stratejilerinin yönünün Avrupa kaynaklı üretimden Çin kaynaklı üretime döndüğü yadsınamaz bir gerçekliktir, fakat henüz önünde çok yolu olan Çin, dünya ile kurduğu bağlantılar sayesinde halkında gerçekleşen uyanışa cevap veremez ve liberalizm'e kayan yola taş koymakta ısrar ederse, Çin Halkı taşları yuvarlayıp yolu açmaya çalışmayı değil, direk olarak gittikleri yolu değiştirip Çin yönetimini alaşağı etmeyi tercih edebilir.

Çin yönetimi dünyaya ucuz iş gücü hastalığını bulaştırırken şunu unuttu, kendi halkına da artık Kapitalizm hastalığı bulaşmıştı ve artık önünde her dediğini bir koyun gibi yapacak bir topluluk değil, sahip olabileceği para karşılığında nelere ulaşabileceğini görmüş ve kafasında artık soru işaretleri oluşmaya başlamış bir halka sahip olma kanalına girmişti. Dünyanın kalanının giderek artan talepleri bir çeyrek yüzyıl içerisinde Çin işçisinin kalitesini artıracak ve Çindeki üretim artık yatırımcıların taleplerini karşılayacak kadar ucuz olmaktan çıkacak, bu da yatırımcılar tarafından, faaliyet gösterilen ülkeleri üretim alanı olarak kabul eden sisteme geri dönüşün artık yıkılmaz zannedilen duvarlarını çelik koç başlarıyla yıkmak üzere zorlayacaktır.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kıbrıs Meselesi ve Kapalı Maraş

Maraş dendiğinde ilk aklımıza gelen şey genellikle Kahramanmaraş ili, Sütçü İmam ve Lahmacundur, ancak bir diğer Maraş da Kıbrıs'da bulunmaktadır. Peki Kıbrıs'a bugüne kadar gitmiş olanlar neden hiç bu bölgede gezemediklerini, altın sarısı kumsallarının ziyaretçilerinin neden sadece karette kaplumbağaları olduğunu ve dünyanın ilk yedi yıldızlı otelinin inşaatının 1974den beri neden ilerlemediğini biliyor mu? Maraş ya da Rumca ismiyle Varosha bölgesi Akdeniz bölgesinin en lüks otellerinin ve binalarının olduğu bölgeydi 1974 yılına kadar, hâlâ da bu bölgedeki lüks yapıların kalitesini yakalayamayan yerler 2010 dünyasında pek çoktur. Peki neden bu bölgeye giriş yasaklandı önce bu noktaya değinelim ve ardından Varosha'da küçük bir yolculuğa çıkalım. Bilindiği gibi 1974 yılı öncesi Kıbrıs'ta Rumlar ve Türkler birlikte yaşamakta ve Kıbrıs adası ne Yunanistan'a ne de Türkiye'ye aitti ancak 1970lere gelindiğinde Yunanlı bazı aktivistler, Kıbrıslı Rumları kışkırttı ve Megalo-Idea'nın önemli bir ayağı olan Kıbrıs'ı Yunanlaştırmak amacıyla galeyâna getirdi. Dönemin başbakanı merhum Bülent Ecevit'in önderliğinde başlatılan Kıbrıs Barış Harekâtına kadar binlerce Rum düne kadar ekmeklerini bölüştükleri, evlerini paylaştıkları hatta kan kardeşi oldukları ada Türklerine karşı amansız bir işkence ve saldırı başlattılar. Sadece Lefkoşe sınırlarındaki Barbarlık Müzesini görmek bile savunmasızlıktan kendisini banyoya kilitleyip küvetin içine mevzilenmeye çalışmış bir anne ve iki çocuğun bu iki masumiyet simgesi hâline gelmiş varlığın nasıl bir cani ruh hâliyle öldürülmüş olabileceğini anlayamamak ve savaşa lanet etmek için yeterlidir. İşte bu insanlık ayıbına bir dur demek için 1974 yılı yazında bir temmuz sabahında "Ayşe tatile çıktı.* " ve Türk Silahlı Kuvvetleri olumsuz geçen diplomatik görüşmelerin ardından adaya barış getirmek amacıyla harekete geçti ve Varosha bölgesine de böylece hâkim oldu. Ancak bölge karşılıklı uluslararası antlaşmalar ile yerleşime kapandı ve Türk askeri ile Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin denetimine verildi.

Dilerseniz olayın bu tarihi ve yürek burkan iç yüzünü bir kenara bırakalım ve gelin Maraş'ta bu hayalet şehirde hayâli bir gezintiye çıkalım.

Maraş'ın sokakları bomboştur ancak şehrin durumu sanki bütün halk ada'nın diğer bir şehrinde aniden bir karnaval başlamış ve herkes elindeki işini, uğraşını olduğı gibi bırakıp bu karnaval'a gitmiş gibi yaşama ve hareketliliğe her an hazır hâldedir. Penceresinden perdeler dışarı sarkmış olan bir ev var yanıbaşımızda ancak gariplik şu, cam açık içeride yemek masası hazır vaziyette olmasına hatta masadaki şamdan bile henüz yakılmamış hâlde olmasına rağmen üstlerinde kalın bir toz tabakası var ve kırmızı ipek kumaş kaplı ahşap sandalyelerin yüzü yer yer bordo ve hatta gri renge dönüşmüş durumda. Mutfaktan "yemek hazır" diye bir ses gelecek ve içeride odalarında oynayan çocuklar koşarak gelip sofraya oturacak hissine kapılsak da camlardan içeri giren sarmaşıklar ve bahçe yolunu bürümüş otlar bu evde yaşamın yıllardır devam etmediği gerçeğini umarsızca haykırır gibiler. Hemen karşı ara yoldan çarşıya doğru süzülelim, köşedeki büyük ve heybetli yapı bir Alfa Romeo galerisi, artık rengi griye çalmış camekanından baktığımızda görüyoruz ki, 1974 model olup da hâlâ hiç kullanılmamış ve satılmaya hazır halde bekleyen otomobiller dünya üzerinde sadece bu şehirde karşımıza çıkabilir. Bir kilise ilişiyor şimdi gözümüze çanı yıllardır çalmamış ve insan yüzü görmemiş oturakları, hiç bir kusur dile getirilmemiş yıllardır günah çıkarma kabininde, ancak kapağı aralık duran posta kutusundan yıllardır kış döneminde ıslanan, yaz döneminde kavrulan mektuplar sahibine ulaşamamış vaziyette bir umut içerisinde beklemekte ve bize "burası her zaman böyle ıssız değildi, bir zamanlar biz de insanlar için buradaydık" demektedirler. Biraz dinlenmek için kapısı aralık kalmış olan bir bara uğruyoruz şimdi, koltukları bukalemun derisiyle kaplı bu barın ve bardakları altın kaplama aynı tuvaletlerindeki lavaboları gibi, her yerinden mahzun bir ihtişam fışkırıyor bu keskin ahşap ve toz kokulu barın bizse sıcak bir yaz akşamı yan masada bir beyle bir bayanın hiç yerine getirememek üzere burada buluşmak için sözleştiklerini hatırlayıp iç geçiriyoruz. Barda biraz soluklandıktan sonra sahile inen yolda bir bakkal dükkanının yanından geçiyoruz şimdi, sıcak akdeniz ikliminin etkisiyle susamış olduğumuzdan biraz serinlemek maksadıyla, soğuk bir meşrubat almak ümidiyle bakkalın kapısına yöneliyoruz, kapı kapalı!, henüz dükkanını açamadan bölgeyi terketmiş olacak sahibi, ancak camekanına yüzümüzü dayadığımızda görüyoruz ki, açık olsaydı eğer her türlü meşrubatı bize sunabilecek bir dükkandı burası ancak maalesef o da sessizliğe gömülmüş vaziyette, bir gün yeni bir müşteriyi daha ağırlayabilir miyim acaba sorusunu uzun zamandır kendisine soruyor gibi boynu bükük duruyor. Bâri biraz denizde serinleyelim düşüncesiyle sahile ilerliyoruz, devasa bir yapı var önümüzde, mutlaka lüks bir otel olmalı bu yapı, ancak ilerledikçe bu yapıda bir gariplik seziyoruz, duvarları aynı bir tırtılın taze yaprağı kemirmesi gibi delik deşik olmuş hatta bir de büyükçe delik var bir cephesinde, tırtılın yuvası olmalı diye düşünerek ilerliyoruz, ve acı gerçek görüntü biraz daha netleşince tokat gibi yüzümüze vuruluyor, bu binalar tarandığı ve bombalandığı için bu durumdalar ve kaç yazdır boş duruyor odaları, 2015 yılına kadar İngiltere Kraliyet Ailesi adına ayırtılmış ve hazır hâlde tutuluyor olmasına rağmen. Otele girmeden sahile ilerliyoruz, sahili boylu boyunca çevirmiş olan dikenli teller çıkıyor yolumuza ve geçecek yer bulamıyoruz, bu hayalet şehirdeki nice anı gibi biz de kapana kısılmış durumdayız artık, derken otomatik bir tüfeğe mermi sürülüyor ve başımızı çeviriyoruz sesin geldiği yere, bir Birleşmiş Milletler askeri üniformasındaki UN yazısıyla bize doğru yaklaşıyor ve "Don't Move!" diye bağırıyor. Dikenli teller dünyasında ait olduğumuz yerin telin diğer tarafı olduğu gerçeğini hatırlıyor ve silahlı güç nezaretinde bölge dışına çıkarılıyoruz. Gazi Magosa'nın içlerine doğru ilerlerken arkaya dönüp baktığımızda görüyoruz ki bu hayalet şehir bütün mahzunluğuyla ve tebeşirlerle çizilmiş, sek sek oynamaları için çocukları bekleyen sokaklarıyla içli ve sessiz ağlıyor tam 26 senedir olduğu gibi insana hasret, savaşa düşman!


* "Ayşe tatile çıksın." cümlesi , dönemin Dış İşleri Bakanı Turan Güneş tarafından dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e iletilen ve anlaşmanın mümkün olamayacağını gösteren paroladır. Bu parola söylendiğinde Güneş, Cenevre Konferansındaki diplomatik görüşmeleri bitirmiş ve Yunanlıların anlaşmaya yanaşmadıkları, dolayısıyla harp hâlinin kaçınılmaz olduğu bilgisini bu parola ile Türkiye'ye bildirmiştir. Ayşe ismi Turan Güneş'in kızının ismidir ve bu sayede olası bir dinlemede durumun anlaşılması bertâraf edilmiştir.