19 Aralık 2010 Pazar

Kil yorganının altındaki uykusuna geri dönen kent "Allianoi"

Asklepion* un gücünü aldığı yerdir Allianoi. Roma'nın, Helen'in güzel yüzlü, elleri ağızları zeytin kokan, yürüdükleri yerlere defne yaprağı saçan halkı, cüzzamla vebayla gırtlak gırtlağa gelirken Asklepion, buranın bitki özlerinden, çiçek polenlerinden, ağaç gövdelerinden aldığı kuvvetle, savaşma gücü vermişti insanlara, onulmaz yaralarla. Nymphe*lerin türlüsü burayı mesken tutmuştu kendine, şöyle bir göz gezdirdiğinizde, tanrıların sofralarından beslenen, her biri birer peri kızı güzelliğinde olan nymphelerden, meşelerin dallarında, Dyradları*, serin akan ırmaklarda, Naiadları*, mandalina kokan tepelerde ise Oreadları* görebilirdiniz. Adetâ cennette bir kapı açılmış siz de oradan giriverip de buraya ulaşmışsınız gibi şaşaalıydı, Allianoi'nin sıcacık hamamlarının duvarlarında şen şakrak kahkaların çınladığı yıllarda. 2010 yılının Aralık ayının son günlerinde bu kentin üstü ikinci defa killerle kaplandı, ancak bu defa, kendilerini medeni addettiğimiz insanların eliyle.

Asklepion bu harika şehrin başına gelecekleri çok geçmeden sezmiş olacak ki, Meryem'in oğlu İsa'nın komşu bir kentte doğmasından 200 yıl sonra gelişen bu sağlık kentinin üzerini bir sele taşıttığı killerle örtmüş ve ne üstündeki çetin savaşlar ve yağmacılar ne de kayaları bile dirayetiyle unufak eden rüzgarlar ulaşamamıştır bu şahesere. Yaklaşık 1800 yıl sonra, modern dünyada, modern insanlar fark etti bu killerin altında öylece uykusundan uyandırılmayı bekleyen cevheri, ve bir kaç kendini adamış arkeoloğun ve kültür mirâsını, medeniyetin devamı için vazgeçilmez kabul eden hayırseverlerin çabalarıyla, Allianoi'nin, dünyanın ilk termal sağlık merkezinin bir kısmı günyüzüne çıkabildi.

2010 senesinin son günlerinde ise, 100 sene daha uykuya yatırıldı bu şaheser, kulağına zeytin yeşili ege ninnileri söylemek yerine, üzerine killerin toprakların, ölüm soğuğu rengi büründürülerek. Bu killer, antik kenti güvende tutacak ve üzerine yapılacak baraj kullanılmaz hâle geldiğinde, kent tekrar kazılıp çıkarılacak. Amaç bir bölgeyi kalkındırmak, insanların yüzünü güldürmek ve tarımdan elde edilen geliri artırmak, mantıklı olan, bir bölgeye baraj yapılabiliniyorsa yapılmasıdır, ancak, o bölgede 1.nci derece sit alanı olarak tanımlanmış bir yapı varsa, oraya devlet değil alêm-i cihân olsa dokunamaz, yani biz bu zamana kadar öyle zannediyorduk çünkü devlet, evlerinde soğuktan donan vatandaşların, evlerinin korunma altında olan eser olduğu kabulüyle onarım yapmasına izin vermiyordu haklı olarak(fakat onlara gidecek bir yer göstermeyerek). Ancak geldiğimiz noktada devlet, bir eliyle kendisi dışındaki kuruluşların korunma altındaki eserlere müdahalesini haklı olarak engellerken diğer eliyle ise tam tersini yapıp muhteşem bir kültür mirâsını haksız olarak toprağa gömüyor. Bir yanda Hısn-ı Keyfa bir yanda Allianoi, insanlığın kültür mirâsından 100 yıllığına çalınıyor. Şanslı olanlarımız bizden önce yaşayanlardaki mimâri dehayı ve göz zevkini tanıdı, ancak çocuklarımız ve hatta onların da çocukları bu mirastan yoksun bırakılıyor ve bulunduğu coğrafyayla övünürken tutunacağı dallar acımasızca kesiliyor. Türkiye ve Dünya olarak Allianoi'yi uzun bir süreliğine kaybettik ve etmeye de devam ediyoruz. Şimdi içimizde can havliyle yeşermeye çalışan ümit fidanının can suyu, aynı akibete Hasankeyf uğramazsa verilecek.

Kalkınma ve Anadolu'lu öncüllerimiz gibi sefa içinde yaşamak biz 21. yy insanlarının da hakkı ancak, öncüllerimizin yolundan giderek bu hedefe ulaşmalıyız, yani salt yapıcı olarak, yaparken bir başkasını yıkarak değil!


*Asklepion; Roma mitolojisinde, insanlara sağlık verdiği söylenen tanrıça.
*Nymphe; Roma mitolojisinde tanrıların besiniyle beslendiği için uzun yıllar, güzelliği bozulmadan yaşamını sürdüren ve perilerle özdeşleşen kadınlar.
*Dyrad; Roma mitolojisine göre, ağaç perisi.
*Naiad; Roma mitolojisine göre, ırmak perisi.
*Oread; Roma mitolojisine göre, dağ perisi.

Fotograf, avam.yyu.edu.tr adresinden alınmıştır.


29 Kasım 2010 Pazartesi

Tarih kitabının bir yaprağı daha tutuştu bugün; Haydarpaşa, dünyanın merkezine açılan kapı

Bir martı süzülüyor yaklaşan vapurun önünden, kulakları çınlatan bir düdük sesi, Bağdat'a gidecek olan buharlı trenin kalkmakta olduğunu anlatıyor, heybetli bir taş binanın kulelerinin ardından güneş yükseliyor yeni bir güne; evet tasvirini yaptığımız bina hepimizin kâh Yeşilçam filmlerinden, kâh İstanbul kartpostallarından hatırlayacağı belki de ekmeğimizi kovalamak için umutla denize açılan geniş kapısından geçtiğimiz dev bina. 1908 yılında dönemin padişahı II. Abdülhamit Han tarafından yapımına başlanan Alman-İtalyan-Türk ortak yapımı, adetâ bir mimari şölen niteliği taşıyan ve İstanbul'u Bağdat'a taşıyacak demiryolunun başlangıç istasyonu olarak inşa edilen bir gar binası Haydarpaşa tren garı. Kadıköyden İstanbul'a gitmek üzere, çingene vapuru(*)'na binen anadolu yakası sakinleri ona selam vermeden geçemezler karşıya. Köyden, Istanbul'a çalışmaya gelen Anadolu halkınında başını döndürmüştür yıllardır ve dev saatine bakmak için yukarı kalkan başlardan hep şapkalar düşmüştür yapıldığı günden beri. Bu tarihi bina, yeni bir devrin başlangıcına yani Cihan hükümdarlığının sona erip Cumhuriyet'in kuruluşuna bizzat tanıklık etmiş ve bu süre zarfında iki de Cihan Harbi görmüştür. İşte bunların ilkinde ambarında bulunan savaş mühimmatı ve cephanelikler, sadece Türk değil bütün dünya tarihine yapılan bir sabotaj neticesinde tutuşmuş ve Haydarpaşa alevlerle olan ilk imtihanını 1917 senesi 6 Eylülünde vermişti. Ağır hasar gören yapı restorasyonlar ile günümüzdeki hâline kavuştu ancak atlatılan bu yangın kadîm yapının yüzleşeceği son yangın değildi, takvimler 1979 senesi 15 Kasımını gösterip, saatler yediyi vurduğunda "Independenta" isimli tanker, Haydarpaşa iskelesi açıklarında bir başka gemi ile çarpıştı ve bu olayda açığa çıkan patlamayı göğüsleyen bina, yine yaşlı Haydarpaşa binası oldu, patlama ile çevre o kadar ısındı ki, binadaki kurşun vitraylar bile eridi. 1983 yılında restorasyonu tamamlanan bina eski görünümüne kavuştu ve artık rahat edeceğini umdu ancak, hayır! 2010 Kasımında bir ülkenin tarihi yeniden tutuştu ve Haydarpaşa, çatısından itibâren yanmaya başladı ve 2 saat sonunda kara ve denizden yapılan müdahaleler ile söndürüldü ve soğutuldu.

Elbette binanın tamamıyla yanmaması sevinilecek bir durum ancak Haydarpaşayı sadece taştan bir bina olarak ele almak yanlıştır ve binanın ayakta kalabilmesi her ne kadar umut verici olsa da binanın içindeki hasarın telâfisi kesinlikle yoktur. Dördüncü kat yani çatı katının bir altı Haydarpaşa'nın arşividir, bu katın da tamamıyla yangından hasar gördüğünü düşünürsek kaybolan bilgiler durumun vehametini anlatmaya yetecektir, ancak kaybedilen sadece arşiv bilgileri değildir. Her yönü ile tarihin, el işçiliğinin ve sanatın görünen yüzü olan Haydarpaşa'nın iç duvarları da hem sanat tarihimizi ve hem de kültürümüzü yansıtan yağlı boya tablolar ile süslüdür, duvarların kendisi ve tavanlar ise ayrıca oyma eserler ile bezelidir. İşte bu muhteşem yapının, dördüncü katını ve çatı katını kaybettiğimizi söyleyebiliriz, peki günümüz dünyasında bu derece mühim bir eserin yangından korunması bu denli imkansız ve zor mudur? Yanıt net ve basit "hayır!" yeni yapılan konutlarda bile bulunan alarm ve otomatik söndürme sistemi pek tabii bu binaya da monte edilebilirdi, bu sayede hacimce az fakat tazyikçe kuvvetli su, azami özen ve asgari hasar ile binayı yangından kurtarmaya yeter ve yangın başladığı anda sönerdi. Diyelim ki kültür mirasımızda bulunan bu binaya böyle bir sistem kurulması binanın orjinalliğini bozacaktu ve bu sebeple bu sistemin kurulması için gerekli izin Kültür Bakanlığından çıkmadı, peki İstanbul itfaiyesinin milyonlar verip aldığı yangın söndürme helikopter ve uçakları neredeydi, bu yangında da kullanılmayacaksa bu araçlar neden alındı? Evet, denizden gelen söndürme gemileri gayet kuvvetli bir söndürme işlemi yaptı ancak binanın tamamının yıkanması ile sonuçlanan bu olay sebebiyle bina katlarının tavanlarından oluşan yoğun akıntı yine hasara sebep oldu.

Gelelim bina ile ilgili komplo teorilerine, binanın bulunduğu alan, günümüz İstanbul'unun en kıymetli mevkiilerindendir. Geçtiğimiz yıllarda da çok defalar dile getirildiği gibi mükemmel bir rant kapısı olan binanın otele çevrilmesi veya arazisi içerisine bir alış-veriş merkezi kurulması, planlar arasındaydı. İşte bu sebeple binanın bilerek yakılmış olabileceği ve yangın sonrası verilecek raporların, binanın artık gar görevini yerine getiremeyeceği yönünde çıkmasıyla, İstanbul tren garı farklı bir noktaya taşınacak ve yapının kullanım hakları istenildiği gibi devredilebilecektir. Tabii ki bu teoriler gerçeği yansıtmak mecburiyetinde değil ancak günümüz dünyasında böyle değere sahip bir yapının yangına karşı korunmasız bırakılması mide bulandırıyor ve akıllarda soru işaretleri oluşmasına sebebiyet veriyor.

Bekleyip itfaiyenin hazırlayacağı yangın raporunu hep birlikte göreceğiz ancak, sunulacak rapordan ne derece tatmin edici cevapların çıkacağı tam bir muamma. Ümit ediyoruz ki bu bina bize olduğu gibi çocuklarımıza ve torunlarımıza da ilham vermek üzere ayakta kalır, yüzlerce martıyı evsiz bırakmaz ve Kadıköy'den İstanbul'u dingin ve huzurlu seyretmeye devam eder.

(*) Çingene Vapuru; İstanbul'da Eminönünden kalkan ve çapraz dikişler şeklinde boğazın iki yakasını birbirine dikercesine Anadolu Kavağı'na kadar bütün iskelelere uğrayan ve bu sebeple her evin kapısını çalıp para dilenen çingenelere atıfta bulunmak için bu ismi alan Şirket'i Hayriyye vapurlarından biridir.


Fotograflar, ntvmsnbc.com internet sitesinden alınmıştır.

19 Kasım 2010 Cuma

Asya'da Çin Malı Stratejiler

Uzun müddet, başta A.B.D. olmak üzere gelişmiş Avrupa ülkeleri tarafından da oksijeni kısılmak suretiyle uykuda kalması sağlanan ancak nihayet bu uykusundan uyanma belirtileri gösterip hızlıca toparlanan Çin Halk Cumhuriyeti günümüzde Asya politikalarına mihmandarlık etme görevine soyunuyor, ancak bu uyku mahmuru insan gücü devi, bir kıtanın politikasını belirlemek gibi zor bir işi, sizce başarabilecek mi?

Çin'in ucuz iş gücünün beslendiği ana damarı tahmin etmek çok güç olmasa gerek, Bingo! sizlerin de doğru tahmin ettiği gibi Kapitalizm. Zaten Çin'deki hayat şartlarının bir insanın hayatını idamesi için gerekli olan temel şartların çok altında bir irtifada seyretmesi sebebiyle gelişen sanayii ve buna bağlı olarak artan taleplerin karşılanmasına iş gücü yönünden katkı sağlayacak "insan" grubu, bu taleplere mecburiyetten olsa gerek cevapsız kalmadı ve girişimci ruha sahip bir kaç kısa boylu çekik gözlü dost, devlet yönetimi tarafından sübvanse edildi ve dünyaya, adına ucuz üretim denen ve yatırımcılarda bağımlılık yaratan sistem bedavaya yakın bir meblağ ile sağlandı, böylece ilk atölyeler kuruldu ve bütün dünya yatırımcılarına ticaret dili olan İngilizce ile "Shipping cost? Under this conditions forget about it!" dedirtecek koşullar doğdu. Yeni iş gücü o kadar ucuzdu ki, üretim sürecinden tüketicilere ulaşım süreci, arada binlerce kilometre olmasına rağmen önemini yitiriyordu, hatta ve hatta bu ucuz iş gücü yatırımcıların başını öyle döndürdü ki, hedef kitlenin hemen yanıbaşında bulunan ülkelerdeki fabrikalarını kapatıp bir de üstüne Çin toprakları içinde yeni fabrikalar kuracak duruma geldiler. Bu olay ise Avrupa ve Orta Doğu'da kalifiye fakat işsiz elemanlar ancak Doğu Asya'da kalifiye olmayan fakat çalışan bir kesimin oluşmasına zemin sağladı. Olayın bireyler bazındaki ekonomik etkilerini bir yana bırakalım, çünkü ülkeler ve çok-uluslu şirketler üzerindeki  yaptırımlar, bireyler bazından daha dramatik sonuçlara yol açabilir. Şimdi isterseniz, yeni dünya düzeninde Asya ülkelerinin özelliklede Çin'in yerini masaya yatıralım.

Küresel süper güç olarak tanımlanan ancak militaristik anlayışı, gözdağı ver, tehdit et ve sadece yıkıma odaklı savaş aç'tan öteye geçemeyen Amerika, nasıl bir Asya istiyor? Tabiidir ki A.B.D.'de diğer despot yönetimler gibi, gücümüze güç katalım ve bu yolda önümüze çıkan engelleri yıkalım politikasının dünyamızdaki bayrak taşıyanı. Bu sebeple, stratejilerinin odak noktası her zaman tek merkezli dünya fakat çok merkezli kıtalar ve dolayısıyla çok merkezli Asya olacaktır. İşbirliğine gitmiş bir Asya, askeri büyüme hızı ekonomik büyüme hızının üç katına çıkmış bir Çin'i ile bir dönemler uzay teknolojisinde kıran kırana yarıştığı Rusya'sı ile dünyanın ikinci kalabalık ülkesi ve dirayetli insanları sayesinde hedefe kitlenen Hindistan'ı ile doğal gaz, petrol gibi A.B.D.'nin adeta göbeğinden bağlı kaynaklara sahip olan Türki Cumhuriyetleri ile ve Teknolojinin pîrlerini içinde barındıran çalışkanlığın simgesi Japonya'sı ile dünya üzerinde söz sahibi olmaya aday bir coğrafya, bu da güçlü Asya eşittir güçsüz A.B.D. tezinin en önemli dayanak noktalarından biridir. Bu bağlamda Amerika'nın en azından önümüzdeki çeyrek yüzyıldaki politikasının Asya'yı kutuplaştırmaya devam etmek yönünde olacağı söylenebilir. Peki genelde daha sessiz davranan Avrupa'nın bu konudaki etkisi ne olacak? Avrupa, günümüz dünyasında kendisini, doğal kaynaklarına olan ihtiyacından olsa gerek bir çok boru hattı ile Türkiye üzerinden Asya'ya bağlamak işiyle meşgul. Bu sebeple Avrupa'nın, Asya politikaları, eğer çok soğuk geçecek olan kışlara veya sıcak fakat yüksek mâliyetli ısınma koşullarına hazırlıklı değillerse A.B.D.'ye göre daha ılıman ve cesaretlendirici olmak zorunda. Afrika ve Avustralya'nın ise Asya ile Japon yapımı otomobil satın alacak tüketici kitlesi dışında çok fazla bir çıkar ilişkisi bulunmuyor.

Gelelim Çin'in, Asya'nın hamîliği görevini yürütüp yürütemeyeceğine, ekonomik ve askeri olarak bu görevi yerine getirmek için Çin'in daha epey yolu var gibi gözüküyor çünkü süper güç olmak sadece sahip olduğunuz kuvvete değil diğer ülkelerde uyandırdığınız korku ve saygı hislerine de bağlıdır. Henüz geçtiğimiz yıllarda Tibet ve Sincan bölgelerinde yaşayan halkların başlattığı isyanlar, Çin'in hakim olduğunu iddia ettiği alanlarda dahi söz sahibi olamadığını gösteriyor ve Çin'in özellikle Sincan bölgesinde uyguladığı veya uygulanılmasına göz yumduğu kıyım, dünyaya, Amerika'dan sonra ikinci bir süper güç'ün doğması hâlinde, onun da gözünün döneceği ve Amerika'nın yakın geçmiş ve günümüzde Afganistan ve Irak'ta yaptığına benzer, sivil ölümlerin merkez alındığı, kanlı, "hedefi bertârâf et ve onun mal varlığına sahip ol" olarak adlandırılabilecek politikasının bir başka ülke tarafından sahipleneceği yönünde fikir beyan etmelerine yol açtı.

Bu olayların tamamını ele aldığımızda ulaştığımız nokta bizi şuraya getiriyor, Çin Halk Cumhuriyeti sahip olduğu rejim sayesinde, insanlarını istediği fiyatla ve istediği şartlar altında çalıştırabilecek bir güç ve dünya buna kendi çıkarları doğrultusunda göz yumuyor. Ancak bu demek değil ki, ekonomik ve askeri yönden gelişen Çin dünyanın yönetimi üzerinde söz sahibi olacak ve dünyanın merkezi Washington'dan Pekin'e kayacak. Eskiye nazaran, ülke ve çok-uluslu şirket stratejilerinin yönünün Avrupa kaynaklı üretimden Çin kaynaklı üretime döndüğü yadsınamaz bir gerçekliktir, fakat henüz önünde çok yolu olan Çin, dünya ile kurduğu bağlantılar sayesinde halkında gerçekleşen uyanışa cevap veremez ve liberalizm'e kayan yola taş koymakta ısrar ederse, Çin Halkı taşları yuvarlayıp yolu açmaya çalışmayı değil, direk olarak gittikleri yolu değiştirip Çin yönetimini alaşağı etmeyi tercih edebilir.

Çin yönetimi dünyaya ucuz iş gücü hastalığını bulaştırırken şunu unuttu, kendi halkına da artık Kapitalizm hastalığı bulaşmıştı ve artık önünde her dediğini bir koyun gibi yapacak bir topluluk değil, sahip olabileceği para karşılığında nelere ulaşabileceğini görmüş ve kafasında artık soru işaretleri oluşmaya başlamış bir halka sahip olma kanalına girmişti. Dünyanın kalanının giderek artan talepleri bir çeyrek yüzyıl içerisinde Çin işçisinin kalitesini artıracak ve Çindeki üretim artık yatırımcıların taleplerini karşılayacak kadar ucuz olmaktan çıkacak, bu da yatırımcılar tarafından, faaliyet gösterilen ülkeleri üretim alanı olarak kabul eden sisteme geri dönüşün artık yıkılmaz zannedilen duvarlarını çelik koç başlarıyla yıkmak üzere zorlayacaktır.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kıbrıs Meselesi ve Kapalı Maraş

Maraş dendiğinde ilk aklımıza gelen şey genellikle Kahramanmaraş ili, Sütçü İmam ve Lahmacundur, ancak bir diğer Maraş da Kıbrıs'da bulunmaktadır. Peki Kıbrıs'a bugüne kadar gitmiş olanlar neden hiç bu bölgede gezemediklerini, altın sarısı kumsallarının ziyaretçilerinin neden sadece karette kaplumbağaları olduğunu ve dünyanın ilk yedi yıldızlı otelinin inşaatının 1974den beri neden ilerlemediğini biliyor mu? Maraş ya da Rumca ismiyle Varosha bölgesi Akdeniz bölgesinin en lüks otellerinin ve binalarının olduğu bölgeydi 1974 yılına kadar, hâlâ da bu bölgedeki lüks yapıların kalitesini yakalayamayan yerler 2010 dünyasında pek çoktur. Peki neden bu bölgeye giriş yasaklandı önce bu noktaya değinelim ve ardından Varosha'da küçük bir yolculuğa çıkalım. Bilindiği gibi 1974 yılı öncesi Kıbrıs'ta Rumlar ve Türkler birlikte yaşamakta ve Kıbrıs adası ne Yunanistan'a ne de Türkiye'ye aitti ancak 1970lere gelindiğinde Yunanlı bazı aktivistler, Kıbrıslı Rumları kışkırttı ve Megalo-Idea'nın önemli bir ayağı olan Kıbrıs'ı Yunanlaştırmak amacıyla galeyâna getirdi. Dönemin başbakanı merhum Bülent Ecevit'in önderliğinde başlatılan Kıbrıs Barış Harekâtına kadar binlerce Rum düne kadar ekmeklerini bölüştükleri, evlerini paylaştıkları hatta kan kardeşi oldukları ada Türklerine karşı amansız bir işkence ve saldırı başlattılar. Sadece Lefkoşe sınırlarındaki Barbarlık Müzesini görmek bile savunmasızlıktan kendisini banyoya kilitleyip küvetin içine mevzilenmeye çalışmış bir anne ve iki çocuğun bu iki masumiyet simgesi hâline gelmiş varlığın nasıl bir cani ruh hâliyle öldürülmüş olabileceğini anlayamamak ve savaşa lanet etmek için yeterlidir. İşte bu insanlık ayıbına bir dur demek için 1974 yılı yazında bir temmuz sabahında "Ayşe tatile çıktı.* " ve Türk Silahlı Kuvvetleri olumsuz geçen diplomatik görüşmelerin ardından adaya barış getirmek amacıyla harekete geçti ve Varosha bölgesine de böylece hâkim oldu. Ancak bölge karşılıklı uluslararası antlaşmalar ile yerleşime kapandı ve Türk askeri ile Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin denetimine verildi.

Dilerseniz olayın bu tarihi ve yürek burkan iç yüzünü bir kenara bırakalım ve gelin Maraş'ta bu hayalet şehirde hayâli bir gezintiye çıkalım.

Maraş'ın sokakları bomboştur ancak şehrin durumu sanki bütün halk ada'nın diğer bir şehrinde aniden bir karnaval başlamış ve herkes elindeki işini, uğraşını olduğı gibi bırakıp bu karnaval'a gitmiş gibi yaşama ve hareketliliğe her an hazır hâldedir. Penceresinden perdeler dışarı sarkmış olan bir ev var yanıbaşımızda ancak gariplik şu, cam açık içeride yemek masası hazır vaziyette olmasına hatta masadaki şamdan bile henüz yakılmamış hâlde olmasına rağmen üstlerinde kalın bir toz tabakası var ve kırmızı ipek kumaş kaplı ahşap sandalyelerin yüzü yer yer bordo ve hatta gri renge dönüşmüş durumda. Mutfaktan "yemek hazır" diye bir ses gelecek ve içeride odalarında oynayan çocuklar koşarak gelip sofraya oturacak hissine kapılsak da camlardan içeri giren sarmaşıklar ve bahçe yolunu bürümüş otlar bu evde yaşamın yıllardır devam etmediği gerçeğini umarsızca haykırır gibiler. Hemen karşı ara yoldan çarşıya doğru süzülelim, köşedeki büyük ve heybetli yapı bir Alfa Romeo galerisi, artık rengi griye çalmış camekanından baktığımızda görüyoruz ki, 1974 model olup da hâlâ hiç kullanılmamış ve satılmaya hazır halde bekleyen otomobiller dünya üzerinde sadece bu şehirde karşımıza çıkabilir. Bir kilise ilişiyor şimdi gözümüze çanı yıllardır çalmamış ve insan yüzü görmemiş oturakları, hiç bir kusur dile getirilmemiş yıllardır günah çıkarma kabininde, ancak kapağı aralık duran posta kutusundan yıllardır kış döneminde ıslanan, yaz döneminde kavrulan mektuplar sahibine ulaşamamış vaziyette bir umut içerisinde beklemekte ve bize "burası her zaman böyle ıssız değildi, bir zamanlar biz de insanlar için buradaydık" demektedirler. Biraz dinlenmek için kapısı aralık kalmış olan bir bara uğruyoruz şimdi, koltukları bukalemun derisiyle kaplı bu barın ve bardakları altın kaplama aynı tuvaletlerindeki lavaboları gibi, her yerinden mahzun bir ihtişam fışkırıyor bu keskin ahşap ve toz kokulu barın bizse sıcak bir yaz akşamı yan masada bir beyle bir bayanın hiç yerine getirememek üzere burada buluşmak için sözleştiklerini hatırlayıp iç geçiriyoruz. Barda biraz soluklandıktan sonra sahile inen yolda bir bakkal dükkanının yanından geçiyoruz şimdi, sıcak akdeniz ikliminin etkisiyle susamış olduğumuzdan biraz serinlemek maksadıyla, soğuk bir meşrubat almak ümidiyle bakkalın kapısına yöneliyoruz, kapı kapalı!, henüz dükkanını açamadan bölgeyi terketmiş olacak sahibi, ancak camekanına yüzümüzü dayadığımızda görüyoruz ki, açık olsaydı eğer her türlü meşrubatı bize sunabilecek bir dükkandı burası ancak maalesef o da sessizliğe gömülmüş vaziyette, bir gün yeni bir müşteriyi daha ağırlayabilir miyim acaba sorusunu uzun zamandır kendisine soruyor gibi boynu bükük duruyor. Bâri biraz denizde serinleyelim düşüncesiyle sahile ilerliyoruz, devasa bir yapı var önümüzde, mutlaka lüks bir otel olmalı bu yapı, ancak ilerledikçe bu yapıda bir gariplik seziyoruz, duvarları aynı bir tırtılın taze yaprağı kemirmesi gibi delik deşik olmuş hatta bir de büyükçe delik var bir cephesinde, tırtılın yuvası olmalı diye düşünerek ilerliyoruz, ve acı gerçek görüntü biraz daha netleşince tokat gibi yüzümüze vuruluyor, bu binalar tarandığı ve bombalandığı için bu durumdalar ve kaç yazdır boş duruyor odaları, 2015 yılına kadar İngiltere Kraliyet Ailesi adına ayırtılmış ve hazır hâlde tutuluyor olmasına rağmen. Otele girmeden sahile ilerliyoruz, sahili boylu boyunca çevirmiş olan dikenli teller çıkıyor yolumuza ve geçecek yer bulamıyoruz, bu hayalet şehirdeki nice anı gibi biz de kapana kısılmış durumdayız artık, derken otomatik bir tüfeğe mermi sürülüyor ve başımızı çeviriyoruz sesin geldiği yere, bir Birleşmiş Milletler askeri üniformasındaki UN yazısıyla bize doğru yaklaşıyor ve "Don't Move!" diye bağırıyor. Dikenli teller dünyasında ait olduğumuz yerin telin diğer tarafı olduğu gerçeğini hatırlıyor ve silahlı güç nezaretinde bölge dışına çıkarılıyoruz. Gazi Magosa'nın içlerine doğru ilerlerken arkaya dönüp baktığımızda görüyoruz ki bu hayalet şehir bütün mahzunluğuyla ve tebeşirlerle çizilmiş, sek sek oynamaları için çocukları bekleyen sokaklarıyla içli ve sessiz ağlıyor tam 26 senedir olduğu gibi insana hasret, savaşa düşman!


* "Ayşe tatile çıksın." cümlesi , dönemin Dış İşleri Bakanı Turan Güneş tarafından dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e iletilen ve anlaşmanın mümkün olamayacağını gösteren paroladır. Bu parola söylendiğinde Güneş, Cenevre Konferansındaki diplomatik görüşmeleri bitirmiş ve Yunanlıların anlaşmaya yanaşmadıkları, dolayısıyla harp hâlinin kaçınılmaz olduğu bilgisini bu parola ile Türkiye'ye bildirmiştir. Ayşe ismi Turan Güneş'in kızının ismidir ve bu sayede olası bir dinlemede durumun anlaşılması bertâraf edilmiştir.

31 Ekim 2010 Pazar

Eskiciler Pazarı Sakinleri

Dar fakat boyuna uzun girişten girdiğinizde ilk gözünüze çarpan tezgahlar taklacı güvercinlerindir. Her biri gökyüzüne bir daha ne zaman kavuşacaklarını düşünür gibi başlarını önüne eğip öyle seyreder alıcıları. Paçalılar, alacalılar, bembeyazlar her biri küçücük kafeslerinin içinde, soğuktan daha az etkilenmek için koyun koyuna oturur kader ortağı kardeşleriyle. Hemen yan tezgaha bakıyoruz, 3 tane bal köpüğü kahverengi tavşan yele gibi kabarmış tüyleriyle tavşandan çok minyatür aslanlar gibi duruyor ancak önlerinde kemirmeleri için konmuş sarı-yeşil çürük marul onların aslan değil, sadece bizi heybetiyle kandırmaya çalışan tavşancıklar olduğu gerçeğini hatırlıyor bizlere. İki sokak yandayız şimdi, sakallı bir adam soğuktan buğulanmış yüzeyini ovalıyor bir klarnetin, önünde ise 5-6 kişi toplanmış meraklı gözlerle olan biteni izliyor, derken kıvrak bir ezgiyle başlar tezgaha doğru çevriliyor, alıcılardan yaşlıca, esmer tenli olanı yanaklarını kalkışa hazır bir kapadokya balonu gibi şişirmiş tatlı talı üflüyor klarneti. Yan tezgahtaki bez, çaput, örtü ve her ne kadar inandırıcı olmasa da her hafta farklı işlemeli çeyizlikleri annemin çeyizi bunlar 80 yaşında bunlara sarılıp ölmüştü o kadar üzerlerine titrerdi diyerek farklı farklı takımlar, kıyafetler satan çingene kadın kalkıp oynamaya başlıyor. Şu anda pazarın bu köşesi küçük bir karnaval yerine dönmüş gibi o camları isli buğulu yapı birden canlanıyor dışarıda güneş bulutların arasından süzülüyor ve sanki o da eşlik ediyor bu curcunaya. Ancak yaşlı adamın üflemeyi kesmesiyle bakışlar yine önlere çevriliyor ve alışveriş kaldığı yerden devam ediyor. Biz köşeden antika saatlerin bulunduğu bir tezgaha seyirtirken yaşlı adamla satıcı arasındaki pazarlığın ne kadar çetin geçtiğini, birbirlerinin ellerini koparırcasına sallamalarından anlıyoruz. Saatçi genç yenice evlenmiş, hanım evlere temizliğe gidiyor ben de bu tezgaha bakıyorum diyor, tezgaha nereden geldiğini kendisinin bile unuttuğu eski metal bir tren ilişiyor gözümüze, saatlerin arasında yolcularını yitirmiş de onları arıyormuş gibi telaşlı ilerliyor kurma kolunu çevirince. Küçücük makiniste selam verip yolumuza devam ediyoruz. Bir oyuncakçı tezgahının başındayız şimdi, annesinin eteğini çekiştiren ve olanca sevimliliğiyle kendi boyu kadar bir ayıcığı kucaklamaya çalışan küçük mavi gözlü çocuk, istediğini elde ediyor. Bir avuç metal para değer biçilen kırmızı ayıcığı kah sürükleyip kah öperek yitip gidiyorlar gözümüzden. Ayıcıklardan mavi renkli olanı ise yeni sahibini daha doğrusu yeni oyun arkadaşını bekliyor şimdi, ancak daha önce defalarca kez terk edilmiş olmanın bilinciyle, kendini çok kaptırmıyor bu duruma, ne de olsa yeni sahibi de onunla büyüyünceye kadar oynayacak sonra yine ya bu pazara gelecek satılmak için ya da yüzü iyice eskimiş olacağından pamukları çıkarılıp, belki biraz da kabartılıp bir yorgana veya yastığa ek yapılacak. Hemen yanındaki oyuncak bebekse daha ümitli görünüyor, yatınca tek gözünün kapanıp tekinin aralık kalmasına rağmen daha sıkı tutunmuş olacak hayata. Tangır tungur bir gürültü bakışlarımızı başka bir tezgaha çeviriyor kalaylı bakırlar, kaplar küçük tezgaha sığmamış üst üste koyulmaya çalışılırken de yerlere saçılmış durumda, insanlar kaplara basmamak için raks eder gibi yürüyor şimdi bu dar yolda ah ne hengâme ama! Biraz ilerideki kitapçıya ilişiyor bu sefer gözümüz, dini, tarihi, coğrafi eski kitapların arasında çerçeveli bir fotograf çekiyor dikkatimizi, kalkmak üzre olan bir trenden bir bey, arkasında bıraktığı hanıma kompartımanının penceresinden bir buket çiçek uzatıyor. Kim bilir hangi duvarları süsledi sonra da yolu buraya düştü bu beyle hanımın. Artık çıkışa doğru yollanmışken tam kapının yanındaki tezgaha da göz gezdiriyoruz deri kaplı bir fotograf makinesi yılların pusladığı camının arkasında bir kaşını kaldırır gibi deklanşörünü havaya kaldırmış ve sizden çok yaşım var benim, şu hayatımda gezip görmediğim, filmime işlemediğim manzara kalmadı der gibi kibirli bir şekilde süzüyor çıkıp gidenleri. Başımızı önümüze eğip selam veriyoruz ona da, belki bir gün bizi de fotograflar ümidiyle ayrılıyoruz eskiciler pazarından. Klarnetin sesi uzaktan yine gelmeye başlıyor hafif hafif, ayıcığına kavuşmuş olan çocuksa annesinin yanında, evine doğru koşar adımlarla gidiyor önümüzden, heyecânını her hâliyle belli ederek.

29 Ekim 2010 Cuma

The Tale of GingerBeard

There was a man lived in the glory mountains of Barelein called GingerBeard
Let none may make the sheets of this story teared

In the plains of Barelein lived wolves and sheeps together
But the land was about to face with terrible fury's siege cover

Only after the bell of the tower screamed
The GingerBeard left his plate which is blueberry creamed

He grasped his staff with a great wisdom
The lands of Barelein may never left without freedom

With a couple of hours full of curiosity
The GingerBeard reached the commander of enemy army

A shout of courage echoed by the mountains
Everybody knows that the people of Barelein lived with innocence

Pioneer forces of the Dark Lord headed towards the wise
He silently whispered some spell with calm eyes

A holy lightning seized the warriors to an inevitable death
The Dark Lord found himself out of breathe

He did sent many more troops to fell the old wise
Those were just the parts of an unsuccesful enterprise

The plain was fulled with dead bodies all day long
Great wise of charming Barelein was surely strong

When the darkness of the night covered the land
The Dark Lord appeared on the hill with a huge mace in his hand

A desperate swift of mace caused a sound, makes people deaf
The greaves of town left by the corpses who are dead

Skeletons of whom were rattling under their armors
Answer has come with his staff by awakening the spirits of deers and centaurs

For the hours two gigantic army fought down the hill
Even the planes and stones of centuries curved with a shakening thrill

Two commanders of two great army were placed on their mounts
The Dark Lord was seated on a horrorfully big bull while the wise was carried by two virtuous goats

The Dark Lord roamed "defend yourself, you wise of fool"
The GingerBeard answered "die! you beast of the cruel"

Two man carrying swords attacked each other with galloping mounts
Each of which were struggling with the fear of words, yelled out of their mouths

A rain drop reached the earth then a mighty lightning appeared between the clouds
Only for a few seconds they realised each others place thanks to shiny shields and bows

Master of the darkness released an arrow which is hook thorned
Defender of the light sent out a greenish yellow leaf to block the arrow and safe the board

Old wise suddenly turned his face to the earth and requested help from the vines
Just in a second huge branches grasped the furious bull and blinded its eyes

A powerful stroke of sword teared the vines into pieces
Then a red light beamed out of the haft and caused crysis

With a courteous spell GingerBeard blinked himself to fourty-yards far
And retreat from the beam that forms a shape of epic katar

Days after the war started between good and evil in the plains of charming Barelein
Only destruction and pain were the things that sadly remain

Two man of the great war were completely weak
And their thoughts about surrender were about to touch the peak

The twinkling butterflies were the last servants of nature to help the wise of honour
Then magically stars started to fall down from the sky as a last flutter of the holy tower

One hit the Dark Lord from his widely chest
His body terribly bruised, but the defeat was not confessed

He was creating a tornado to block the luminous butterflies
While he swears and his eyes cries

The butterflies falled to the earth and their souls left the land
But the white-long staff of the old wise was again in his hand

He roamed and ordered the clouds to send a sparkling thunderbolt over the lord of fear
Only the death of him may end the drop of millions of tear

The thunderbolt covered his black armor and burned his body to suffer
Then he kissed the mud and lost all of his unholy power

Old wise was smiling after a ten-day-long war against the evil
The looser of this war was the giant man named devil

Nobody can not say that emerald green plains of Barelein was not honoured
And this ends the story of Old Wise GingerBeard

28 Ekim 2010 Perşembe

Sanayii Devrimi: Bir Yolculuk Hikâyesi

Bir kağnı Londra yolunda ağır ağır toprak yoldan ilerlerken üzerindeki 5 kişinin hayattan ayrı ayrı istekleri ve hayalleri vardı.

Arabacı

Düşünceliydi, yeni gelen makina, tarlada ona olan gereksinimi karşılar olmuş böylece toprak sahibi onu işten çıkarmıştı, bu diğerleri gibi onun için de yeni bir günün başlangıcıydı. Öküzlerin hemen arkasındaki yerini almış şapkasının siperini indirmiş, sarma sigarasından derin derin nefesler çekiyordu. Tarlada karısıyla beraber çalıştığı günleri düşünüyor, sonra birden bir ürperti cereyan ediyor karısının iki karık ötede yere yığılıp kalışı gözünün önüne geliyordu, sarı saçlı Isabelle köyün en güzel kadını, karısı, hayatı her şeyi, iki hafta yatıyor sonra ise onu sonsuza dek terk ediyordu ancak giderken cennette buluşacaklarına dair bir sözü kurumuş dudaklarından, soğuk bir rüzgar gibi kocasının kulağına fısıldayıp kocasının elini sımsıkı tutmayı ihmal etmiyordu. Neden sonra bu düşünceler arabacının kafasından dağılıyor o ilk makinanın, çalıştığı tarlada gezdiği günü hatırlıyordu, nasıl da saf bir çocuk gibi onun yanına gitmiş hırıltılı sesini büyük bir ilgiyle izlemiş hatta makinanın dişlerinin toprağı karıklara ayırışı ve bunu yaparken hiç de zorlanmayışı hoşuna bile gitmişti, ancak bu adına traktör dedikleri canavar onu işinden etmiş ve bunu yaparken de hiç bir şey olmamış gibi horultular ve dumanlar çıkararak adeta, artık buranın yeni reisi benim der gibi muzaffer bir edayla ilerlemeye devam etmişti. Elindeki avucundaki birikimiyle aldığı bu öküzler de artık onun bundan sonraki hayatındaki can yoldaşları, iş arkadaşları olacak ve köyden kente akın akın göçmeye başlayan güruhu taşımasına yardım edeceklerdi. Biraz umut biraz da endişe vaat ediyordu bu yeni düzen onun için, şapkasını düzeltti ve elini rüzgara siper edip yeni bir sigara yakmaya koyuldu.

Baba

Arkasına aldığı ailenin daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünüyordu, her şeyi onlar için yapmıştı, sırf onların rızkından kesmemek için dört senedir aynı gömleği giymiyor muydu, kıyafetlerinde yeni olan tek şey gün geçtikçe artan yamalarıydı. Garip bir ahenkle düzensiz bir biçimde farklı farklı parçalardan yapılan bu yamalar onu skalasında her renk bulunan bir ressam paleti gibi gösteriyordu. Köy artık onun içinde bir gelecek vaad etmemeye başlamıştı, öyle olunca da çok geçmeden gözünü karartıp karısını ve iki çocuğunu yanına alıp şehre doğru yola çıkmaya karar vermişti, olanca eşyasını -ki bu eşyalar zaten arabanın ancak yarısını doldurabilmişti- yanına alıp karısının kardeşinin yanına gidiyordu. Fabrika dedikleri yapılarda kendisi gibi çokça adamın bir şeyler üretmek için gün boyu çalıştığını duymuş, ekmek oradadır diye düşünüp bu kararını verebilmişti. Çalışırım diye içinden geçirdi, gerekirse sabahlara kadar gözümü kırpmam çalışırım ama bu çocukları aç bırakmam. Gerekirse bir dört sene daha gömleğimi yamalarım, şimdi yediğimin yarısını yerim, ayakkabım mı açıldı bir pençe daha vurdururum tabanına ne olacak, ayıp mıdır fakirlik? Kıvrılan yollara bakıyor ufukta görülen griliğin sebebinin çalışmayı ümit ettiği fabrikaların bacalarından çıktığını henüz bilmiyor olacağından; garip, köyde hava açıktı ama şehir yağacak gibi görünüyor diye düşünüyordu. Varsın yağsındı bugün onun için yeni bir hayatın başlangıcı olacak, şehirde her şey eskisinden de iyi olacak, çalışacak ve ailesine bakacaktı. Güneş dumanların arasından yılların kırlaştırdığı saçlarına vururken, yüzünün derin kırışıklarını daha da belirginleştiriyor, araba ağır aksak yoluna devam ediyordu.

Kadın

İki çocuğu onun için her şeyden önemliydi, hayatını paylaştığı kocasına ise gönlünü vermiş ve bu sevgi ona tarifi mümkün olmayan bir güven duymasına yol açmıştı. Kocası yanındayken hayatın zorlukları ona daha kolay geliyordu, rüzgar bile daha az sert esiyor gibi geliyordu onunla birlikteyken. Ancak şehre yaklaştıkça esen rüzgar kara kara külleri savurur olmuştu yüzlerine, bir yandan mendiliyle yüzünü kapatırken bir yandan da çocuklarını sakınmaya çalışıyordu. Şaşkındı bu zamana değin rüzgarın böyle küller savurduğuna hiç şahit olmamıştı, sanayiinin getirdikleriyle ilk tanışması böyle olmuştu işte kadının. Çok geçmeden bu gri bulutlar dağılır diye düşündü kadın o zaman çocuklarını sokağa salacak ve yeni arkadaşlar edinmelerini salık verecekti onlara. Ancak o bulutlar ne o gün ne de yıllar boyu bacalardan çıkmayı kesmeyecek ve bir çok insanın ciğerlerini adeta mengene gibi sıkarak kan kusmalarına sebebiyet verecekti.

Çocuklar

Hiç bir şeyden haberleri olmayan bu çocuklara yolculuk adeta bir oyun gibi geliyordu, öküzlerin, kulaklarına konmaya çalışan sinekleri kafalarını tatlı tatlı sallayarak kovmalarını izliyor ve birbirleriyle bu sinek konacak şu konamayacak diye bahse tutuşuyorlardı. Henüz her şey bir oyundu onlar için. Yeni evleri bir apartmanın bodrum katında olacak ve mutfaklarında gezen patkan fareleri de onlar için bir korkuya değil eğlenceye davetiye çıkaracaktı. Sokaklarda da kısa pantolonlarıyla girip çıkmadıkları delik olmayacaktı bir iki seneye kadar. Ancak ondan sonra onlar da eve ekmek getirecek yaşa geleceklerdi çünkü onbir oniki yaşlarına gelen her çocuk bu yeni hayat düzeninde üretimde yerlerini almalıydı, ya bir atölyeye çırak girip günde bir ekmeği doğrultacak kadar kazanacaklar ya da sokaklarda başkalarının filelerini taşımak için gezecek ve gününe göre, bahşişlere göre az çok demeden kazanmaya çalışacaklardı. Araba son düzlüğe girdiğinde artık şaşırtıcı bir dünyanın içine gireceklerini anladılar ve içlerinde bir yerde bir şeyler kıpırdamaya başladı, meraklı gözlerle etraflarına bakıyor ve bu kadar çok binayı doldurabilecek kadar insanın yaşayıp yaşayamayacağını akıllarında tartmaya çalışıyorlardı.

Nihayet şehre geldiler toprak yol yerini taşlık bir zemine bıraktı. Arabacının avucuna sayılan bir kaç demir paradan sonra, adamın para torbasında pek bir şey kalmamıştı ancak moral bozmak yoktu bu şehir onlara ve bir çoklarına ev ve iş sahipliği yapacak kadar büyüktü. Ha bir de, herkese yetecek kadar umut çıkıyordu fabrikaların bacalarından.

24 Ekim 2010 Pazar

Yeşil Rüya Adası; Kıbrıs

Kıbrıs denildiğinde birçoğumuzun aklına ilk önce kumar gelir, ancak bu yaftalama ile yıllardır yanıbaşımızdaki ve bize ait olan, kralların, padişahların ve firavunların sahip olmak için can attığı bu güzel adanın başka bir özelliği gözardı ediliyor. Nedir bu özellik? Hemen yanıtlıyorum, Tarih! Evet dediğim gibi çağlar boyu bir çok hükümdârın gözbebeği olan bu yeşil ada birbirinden değerli ve eşsiz tarihi güzelliklere ev sahipliği yapıyor. Milattan önceki çağlarda Akalar, Dorlar, Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar ve Perslerin egemenliğine girmiş olan ada asıl mimâri miraslarına daha sonraki dönemlerde sahip olmuştur.Hellenistik devrin girmesiyle ada adetâ refah ülkesine dönüşmüş ve mimâri açıdan mükemmel denebilecek eserlere kavuşmuştur. Amfitiyatrolar(gösteri meydanı)(Kralın bile ti'ye alınabildiği bu tiyatrolarda halk sıcak yaz akşamlarında toplanıp keyifli gösteriler seyrediyordu, eğer sessizce ve dikkatli bir şekilde dinlerseniz üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, rüzgar romalı oyuncuların repliklerini kulağınıza fısıldayıverecek ve oyuna siz de dahil oluvermemek için kendinizi dizginleyemeyeceksiniz.), Agoralar(pazaryeri)(bir çok yerleşim yeri ile deniz yolu ticaretini kullanan bolluk adasının pazaryerleri şüphesiz alelade tahıl çeşitlerinden, sık dokumalı ipek halılara, eğitimli kölelerden, keskin burunlu av köpeklerine ve hatta 1001 çeşit karışım ile hazırlanmış parfümlere kadar her lüksü bulunduruyor bunun yanında meyva sebze ve içecek gibi genel ihtiyaçları da bünyesinde barındırıyordu, bir agoranın kalıntılarında gezerken kendinizi, Pers hükümdarlığından yeni gelmiş kırmızı bir şal alırken veya ince işçilikle bir mermerden yontulmuş heykele elinizdeki dinarların yetip yetmeyeceğini hesaplarken düşleyebilirsiniz.), Su Kemerleri(sarnıçlara su ulaştırmak üzere yapılmış su taşıma kanalları)(su bu sıcak adada büyük problemdi şehir merkezlerinde su deposu olarak kullanılan sarnıçlar bulunmaktaydı ancak buralara da suyun bir şekilde iletilmesi gerekmekteydi bu sebeple yerden yaklaşık 7-10 metre yüksekliğe ulaşabilen arklar inşa edildi ve su kaynaklarından toplanan suyun düşük debide iletimi sağlandı. Hâlâ bu kanallardan sular akar yağmur yağdığında ve bu kemerler yılların vermiş olduğu vâkurlukla ağır ağır taşırlar adanın kristal sularını ayakta kalabildikleri son noktaya kadar.) ve hatta Sıcak/Soğuk Su Hamamları(evlerde çok zengin değilseniz şahsi banyonuz bulunmazdı, bu sebeple genel kullanıma açık olan ve muhteşem bir kültür paylaşım yeri olan ama biraz da dedikodu yapılan hamamlar banyo görevi görmekteydi. Soğuk su hamamlarında sıcak ada havasından bunaldıysanız keyifle serinleyebilir ve hemen yanıbaşınızdaki kütüphaneden almış olduğunuz el yazmalarını okuyup diğer semt sakinleriyle fikir alışverişinde bulunabilirdiniz. Toplumun nabzını tutmak için biçilmiş kaftan olan bu hamamlarda, hemen yanınızda kendine masaj yaptırmakla meşgul olan bir filozof bulunuyor, onun yanında seferden yeni dönmüş bir subay kanlarından arınmaya çalışıyor, hemen diğer tarafta ise bir İzmir'li tüccar taşıdığı malların ve yaptığı yolculuğun yorgunluğunu atıyor, dikkatli bakın orada sizi başlarıyla selamlamak ve size bir kadeh içecek ikram etmek için pek hevesliler.) Helenistik dönemin adaya katmış olduğu bazı önemli eserlerdir. Roma döneminde adanın büründüğü bu refah, ticaret ve kültür ülkesi kimliği, adada Bizanslılar boy göstermeye başladığında bir de askeri kimlik eklenmesiyle çeşitlendi. Bu dönemde adanın savunulması ve soyluların güven içinde yaşayabilmesi maksadıyla St. Hilarion, Buffavento ve Kantara isimlerinde 3 kale inşa edildi. Bu kalelerin inşaası günümüzde bile çok meşakkatliyken o dönemin şartlarında ulaşılabilen bu başarı insanın nefeslerini kesmeye yetiyor. Tabii nefeslerinizin kesilmesi sadece mimari etkiden değil aynı zamanda bu dağ kalelerinin sağlamış olduğu enfes Akdeniz manzarasının bünyenizdeki tesirinden kaynaklanıyor. Mavi deniz, Yeşil dağlar ve tam ortada Turkuaz bir buluşma noktası tabii altın rengi kumsallarla süslenen kıyı şeridini de yabana atılamayacak değerler arasına koyuyorum. Adada bir de William Shakespeare'in ölümsüz eserine kaynaklık eden bir kale bulunmakta, evet bahsettiğim hikaye şu aşk, kıskançlık, ihtiras, ihanet dörtgeninde gidip gelen meşhur Othello'dan başkası değil, 14. yüzyılda Lüzinyanlıların adaya hakim olması sonucu inşa edilen bu kale, çoğumuzun kafasındaki kale tasvirine, etrafında çevrili bulunmakta olan su dolu hendeğinin hemen üzerinden açılan ağır demir ve tahtadan yapılma kapısıyla birebir örtüşmektedir. Orada bulunurken hemen kapının arkasından elinde miğferiyle doru bir atın üzerinde bir şövalye sizi selamlayacak ya da kale burçlarından bir muhafız alevli oklarını size doğrultarak kim olduğunuzu soracak zannedersiniz, ancak korkmaya gerek yok, Akdeniz insanının misafirperverliği hemen kendisini gösterecek ve içeri buyur edileceksiniz.

Gerçek Akdenizi bulabileceğiniz bu sevimli ada, orada hemen bir uçak veya gemi yolculuğu mesafesinde bize kucak açmış bekliyor. İlk fırsatta kendinize bir iyilik yapın ve sizden önceki kuşaklarla aranızda adeta sihirli bir geçit görevi gören Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne bir bilet alın. İsterseniz adanın derin maviliklerine doğru bir yolculuğa çıkın ve karetta karetta kaplumbağalarının kafasını okşamanın, sürekli size sıcak bir şekilde gülümseyen yunuslarla yüzmenin veya yemyeşil deniz çayırlarında su altındaki büyülü dünyada uzanmanın keyfine varın, isterseniz de el yapımı Bodrum sandaletlerinizi ayağınıza geçirip eski çağlara mistik bir yolculuğa çıkın ve felsefenin nerede daha derin anlamlara kavuşabileceğini deniz tuzu, meltemin hafif hafif saçlarınızı okşaması ve asırlık zeytin ağaçlarının karnaval coşkusuyla burnunuza gelen kokusuyla keşfedin. Gerçek Akdeniz sizi bekliyor!