20 Ocak 2013 Pazar

Son Gelişmeler Işığında Kürt Meselesi


Bir arada yaşayan Anadolu halklarının, tıpkı Hindistan'da, Afrika'da ve Güney Amerika'da uygulanan ayrıştırma ve farklı kimlik kazandırma projelerine alet edilmesi sonucunda adeta düşman kesilmesi ve birbirini öldürecek kadar ileri gitmesiyle sonuçlanan süreç, Benedict Anderson'un Hayali Cemaatler'inde de yazdığı gibi, bir arada uyum içinde yaşayabilen insanlara -ki Mezopotamya bölgesinde hüküm süren bütün imparatorluklarda halkların bir arada yaşayabildiği bir kaç istisna haricinde kanıtlanmıştır- "biz" anlayışı ve böylece "öteki" kavramını oluşturarak parçalanma sürecini başlatmak maksadıyla kullanılmıştır. Böylece tebaa'yı oluşturan ve birbirinden farkı olmayan etnik gruplar giderek birbirlerinin varlığından huzursuz olmaya başlamış ve Osmanlı'nın son döneminde karşılıklı kanlı hamlelere girişmişlerdir. Bu dönemde başarılı olabilen etnik kimlikler Batı Avrupa'lı güç odaklarının da desteğiyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu dönemde belki Kürtler de ayrı bir devlet isteği içerisinde olabilir ve bu uğurda zaten zor durumda olan Osmanlı'dan toprak kopartma arayışına girebilirlerdi. Bu amaçta olan cemiyetler de olmuştur, ancak genele vurulduğunda bir kaç yıl önce Hamidiye Alayları'nı oluşturacak kadar yönetimle bütünleşmiş Kürt vatandaşlar bölgede ağırlıkta olmuştur. Bu noktada Osmanlı'dan bağımsızlığını kazanan etnik kimliklerin daha öncesinde kendilerine ait devletleri olan ve daha sonra Osmanlı tarafından fethedilen yerlerde yaşayan tebaa olduğunu söylemekte fayda vardır çünkü belki de bu sebepten daha önce bağımsız bir devleti olmayan Kürtler, bu dönemde yeniden bir bağımsızlık arayışı içerisine girmediler.

İşte Osmanlı'nın son döneminde aynı cephede vurularak ölen ve aynı toprağı savunan farklı etnik kimlikler, Türkiye devleti adı altında birleştikten sonra ayrışmacı bir yapıya doğru sürüklendi ve bu süreç 1980lerde aynı 1nci Dünya Savaşı dönemi cemiyetlerinde olduğu gibi silah kuvvetine dayalı ve terörize ederek talep etme yoluna PKK oluşumuyla yeniden girdi. Tarihsel süreci verip 1980lere geldikten sonra, günümüze kadar gelen kısım az çok herkesin hakim olduğu dönemlerdir. Bu dönemde öne çıkan konu başlıkları, mavi çarşı katliamı(PKK'nın sivilleri topluca hedef alan en önemli saldırılarından biridir), özel harekat timleri (devlet'in erkinin kendi bünyesinde olduğunu ileri sürerek PKK'ya darbe vurmanın yanında bölge halkına da bir çeşit darbe vurmuşlardır), öldürülen hemşire, öğretmen, devlet memurları (bölgenin dünyayla bağlantısının kesilmesi, hizmetsiz bırakılması ve bölge halkını, devlet tarafından önemsenmediklerini düşündürterek, örgüte katılmaya teşvik edecek girişimlerdir) Halepçe Katliamı (Saddam'ın 80li yılların sonunda Iraklı Kürt vatandaşlara yönelik zehirli gaz saldırıları ve bu saldırılardan kaçan Kürtlerin Türkiye'ye sığınması) kapatılan Hadep, Dehap gibi siyasi kanatta da aktif olma amacı güden oluşumlar (Ancak günümüzde en aktif halini alan siyasi kanadın temsilcisi bağımsızlar yani BDP dahi IRA'nın İrlanda'da yaptığını yapıp silah bırakma ve siyasi ve barışçıl yollarla hak talep etme sürecine girememiştir) teslim olan örgüt elemanları (son dönemde giderek artış gösteren bir tablo çizmeleri belki de zorla örgüte katılmaya zorlanan elemanların kendilerini PKK'nın savunduğu davaya ait hissetmemelerinden kaynaklı olabilir) Profesyonel Ordu (bu da aslında Türkiye halkının artık süregelen bu savaşta eskisi kadar can vermek istememesi ve bir sonuca gelinmesi açısından olumlu bir adım olarak görülebilir) Uludere Olayı (kaçakçıların PKK'lı sanılarak öldürülmesi, bu olayda da devletin kim kaçakçı kim terörist ayırabiliyor olması gerekliliği ön plana çıkıyor ancak daha önce teröristlerin, kaçakçılarla birlikte sınırdan sızarak karakol baskınları yapması bu ayrımın zorluğu hakkında fikir verebilir, ancak bu durum ölümleri tabiidir ki haklı çıkarmaz ayrıca bkz. Roboski) Balyoz ve Ergenekon Davaları (planlanan ancak gerçekleştirilemeyen darbe planları sonucu hapsedilen üst düzey askeri kadro ve gazeteciler, hükümetin samimiyetine gölge düşürerek bu süreçlerin sorgulanmasına sebep oldu, özellikle bu dönemde ortaya atılan PKK'lı üst düzey yöneticilerin sanık olarak dinlenmesi ve eski Genel Kurmay başkanı dahil askerlerin "terörist" sıfatıyla yargılanması halkta ve uluslararası basında tepkilere sahne oldu ancak süreci demokrasiyi destekleyen bir dönem olarak görenler de azımsanmayacak düzeyde) Açılım Süreci (Kandil'den gelen terör örgütü elemanlarının tepki toplayan bir şekilde Habur'da karşılanması ve görece iltimaslı yargılanmalarıyla başlayan ve Kürt vatandaşların taleplerine yönelik adımların atıldığı süreç) Arap Baharı'nın Suriye yansımaları (Burada tarih boyunca Kürt vatandaşlarına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan Esad'ın rejim tehlikesi ile birlikte Kürt vatandaşlarına haklarını teslim etmesi ve sürekli yardım ettiği PKK'yı Türkiye'nin ÖSO'yu destekleme kararından sonra daha yüksek düzeyde desteklemesi) İran'ın tutumu (PJAK ve PKK oluşumlarıyla zaman zaman çatışan, zaman zamansa onları Türkiye aleyhinde destekleyen İran yönetimi) ve bu başlıklara ek olarak artık kanıksanan ve güncel haberler içerisinde öne dahi çıkamayan Şehit haberleri ve "etkisiz hale getirilen" yani öldürülen PKK'lılar bulunuyor. Görüldüğü gibi Türkiye ve PKK savaşını uluslararası konjonktürden bağımsız bir iç mesele olarak düşünmek imkansızdır, bu noktada sadece güney ve doğu komşularımız değil, süreçte süpheli bir yeri olan ABD ve PKK'nın şehir yapılanmalarına ve iltica taleplerine büyük oranda olumlu yaklaşan Batı Avrupa ülkeleri de önemli oranda rol alan aktörler olarak görülmelidir.

Son döneme geldiğimizde ise Norveç'in başkenti Oslo'da gerçekleşen MİT-PKK görüşmeleri, Abdullah Öcalan ile görüşmelerin yapıldığı İmralı Süreci ve bunların yanında Paris'te 3 PKK'lı kadının öldürülmesi Kürt meselesi'ni etkileyen önemli yapıtaşları olmuştur. Bunları tek tek ele almak gerekirse,

MİT ve PKK'nın görüşmeler, pazarlıklar yapması şaşılacak bir durum olmadığı gibi bu durumun ilk kez meydana geldiğini de iddia edemeyiz. PKK gibi yapılanmalarla görüşme elbette ki MİT, Jitem ve eğer varsa Çiller Özel Örgütü gibi istihbarat yapılanmaları kanalıyla yapılacağı aşîkârdır. Karşılıklı diyalog bu savaşın bitmesi sürecinde başvurulması gerekilen esas yöntem olmalıdır. Bu görüşmelerin, doğrudan başbakanlığa bağlı olan MİT'in müsteşar ve müsteşar yardımcısı koltuklarında oturan Fidan ve Güneş tarafından yürütülmesi ise devletin diyalog konusuna verdiği önemi göstermektedir. Bu diyalog ve açılımlar sürecinde ilk kez AKP ve CHP önemli ölçüde anlaşmış ve hem Tayyip Erdoğan hem de Kemal Kılıçdaroğlu siyasi kariyerlerini bitirmek pahasına ellerini bir nebze de olsa taşın altına koymuşlardır. Aynı birlikteliği, Alevi sorunlarında ve Eşcinsel sorunları gibi konularda gerçekleştiremedikleri açıktır. Devlet Bahçeli ise parti tabanının gereğini yapmakta ve sürece uzaktan bakmaktadır, her ne kadar Bahçeli'nin ve partisinin tavrı bazı kesimler tarafından savaş çığırtkanlığı gibi görünse de, Türkiye'nin bu düşüncedeki kesiminin de temsil ediliyor olması ve görüşlerini mecliste dile getirebiliyor olması şüphesiz önemli bir durumdur. BDP'li yöneticilere gelecek olursak partinin yönetim tabakasının bağımsız davranamadığı, PKK'nın ve Abdullah Öcalan'ın sözcüsü gibi görev yaptıklarını görebiliyoruz. Çünkü BDP, PKK'dan hak talep etme metoduyla ayrılıyor olsa da sonuçta aynı örgütün bir uzantısıdır ve birbirinden bağımsız olarak maalesef düşünülemez, bunu kendileri de açıkça ifade etmektedirler.

İmralı görüşmelerinde ise düşülecek bir hata Abdullah Öcalan'ı ikna etmenin örgütün tamamen silah bırakması konusunda kesin bir çözüm olacağını düşünmek olur. Ayrıca bu hükümet açısından da bir risktir, uluslararası medya'da da kendisine yer bulduğu gibi bu durum, "Öcalan Türkiye arenasında terörist olarak anılıyordu şimdi ise politikaları belirleyen bir siyasetçi rolüne büründü" yorumlarını doğurmaktadır. Bu AKP açısından daha önce PKK kanadına verilen tavizleri de eklediğimizde büyük bir risktir, ancak bu görüşmelerin zemini daha önceki "Açılım" ve "Barış" süreçlerinde atılmış ve bu sayede görüşmeler kendilerine, halkın gözünde bir nebze de olsa daha meşru bir yer edinebilmiştir. Örgüt'ün içerisinde hüküm süren çok başlı bir yapı olduğu örgüt içi hesaplaşma ve infazlar sayesinde gözden kaçmayacak bir gerçektir ancak PKK oluşumunda yer alanların kendilerine önder olarak gördükleri Öcalan'ın, çözüm sürecine dahil edilmesi beklenmeyecek bir durum olarak görülmemelidir. 

Paris'te 3 PKK'lı kadının öldürülmesi olayını ise 7 Ocak Çukurca karakol baskınından bağımsız düşünemeyiz, çünkü iki olay da süregelen barış sürecini baltalamak adına yapılmıştır. Ancak iki olayı birbirinden ayıran durumlardan en önemlisi Çukurca baskınının failleri belli iken Paris'teki olayın failleri belli değildir. Bu konu her ne kadar üzerindeki sis perdesini sürdürse de failler hakkında tahmin yürütülebilmektedir. Akla ilk gelen bunun örgütün kendi içindeki bir hesaplaşma olduğudur, ki bu tezi destekleyen doneler ise Sakine Cansız'ın bir yanda PKK yapılanmasındakiler açısından önemli bir yere sahip olurken bir yandan da Öcalan dahil diğer örgüt yöneticileriyle girdiği anlaşmazlıklar ve kavgalardır. Peki daha önce gerçekleşen bu tartışmaların infazı neden şimdi yapılıyor sorusunun cevabı ise süreci baltalamanın, kimi örgüt kollarının çıkarlarına uymasında gizlidir (örgütün devamlılığının örgüte ait ve kaçakçılık odaklı çalışan mafya kollarının refahını sürdürmesi.) Örgüte ait bir bina içerisinde öldürülmeleri ise failin bu şahısları tanıyan biri olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Diğer akla gelen mercii ise devlete çalışan organların temsilcileridir ki bu her ne kadar bir ihtimal gibi görünse de, olayın herhangi bir meselede Türkiye lehine hareket ettiği görülmeyen Fransa sınırları içerisinde gerçekleşmesi, bu ihtimali oldukça azaltmaktadır. Çünkü infaz gerçekleşme yapısı açısından oldukça detaylı ve kusursuz hazırlanmıştır ki, Türkiye'nin Fransa gibi bir ülkede bu derece hızlı hareket edip, bu derece çabuk bilgi sahibi olabilecek bir yapılanması olması güncel ikili ilişkiler ele alındığında pek mümkün görünmemektedir. Ulusal ve uluslararası basında ileri sürülen diğer iddialar ise, Suriye, İran veya Batı Avrupa ülkeleri gibi üçüncü tarafların bu infazları gerçekleştirdikleri yönündedir ancak, bu tezler oldukça çetrefilli ve ispatı görece daha zor olan iddialardır. Suriye kanadını ele alırsak, Türkiye-PKK savaşının devamı güncel durumda Esad yönetiminin işine gelir ancak kendi ülkesi içinde dahi egemenliğini sağlayamayan Esad'ın böyle bir eylem gerçekleştirmesi ihtimali düşüktür. İran açısından ele alırsak, Orta Doğu'da ABD desteğiyle yükselen Sünni akımın, Şii Ahmedinejad'ın işine gelmediği aşikârdır, bu yeni oluşumda Türkiye'nin bölgede oynayabileceği liderlik rolünü engellemek maksadıyla, diyalog sürecinin tıkanması İran'ın da işine gelir ancak bu eylem İran'ın da rahatlıkla gerçekleştirebileceği bir eylem değildir, özellikle de Batı Avrupa ve ABD, İran yönetimine büyük ölçüde mesafeli ve karşıyken. Diğer ihtimal olan Batı Avrupa ülkeleri ise hem PKK yapılanması ile doğrudan bağlantıları olması hem de olayın kendi topraklarından gerçekleşmesi ile Suriye ve İran ihtimallerinden daha fazla bir orana sahiptir diyebiliriz yine de söylenenler sadece birer tahminden ibarettir ve olay uzun süre aydınlığa kavuşacağa benzememektedir.

Hareketli geçen bir sürecin önemli dönüm noktalarından geçtiğimiz şu günlerde umalım ki süreçler başarılı olsun ve artık bu toprakları kardeş kanı değil, umut ve barış sulasın.

Mertcan Bilgili