31 Ekim 2010 Pazar

Eskiciler Pazarı Sakinleri

Dar fakat boyuna uzun girişten girdiğinizde ilk gözünüze çarpan tezgahlar taklacı güvercinlerindir. Her biri gökyüzüne bir daha ne zaman kavuşacaklarını düşünür gibi başlarını önüne eğip öyle seyreder alıcıları. Paçalılar, alacalılar, bembeyazlar her biri küçücük kafeslerinin içinde, soğuktan daha az etkilenmek için koyun koyuna oturur kader ortağı kardeşleriyle. Hemen yan tezgaha bakıyoruz, 3 tane bal köpüğü kahverengi tavşan yele gibi kabarmış tüyleriyle tavşandan çok minyatür aslanlar gibi duruyor ancak önlerinde kemirmeleri için konmuş sarı-yeşil çürük marul onların aslan değil, sadece bizi heybetiyle kandırmaya çalışan tavşancıklar olduğu gerçeğini hatırlıyor bizlere. İki sokak yandayız şimdi, sakallı bir adam soğuktan buğulanmış yüzeyini ovalıyor bir klarnetin, önünde ise 5-6 kişi toplanmış meraklı gözlerle olan biteni izliyor, derken kıvrak bir ezgiyle başlar tezgaha doğru çevriliyor, alıcılardan yaşlıca, esmer tenli olanı yanaklarını kalkışa hazır bir kapadokya balonu gibi şişirmiş tatlı talı üflüyor klarneti. Yan tezgahtaki bez, çaput, örtü ve her ne kadar inandırıcı olmasa da her hafta farklı işlemeli çeyizlikleri annemin çeyizi bunlar 80 yaşında bunlara sarılıp ölmüştü o kadar üzerlerine titrerdi diyerek farklı farklı takımlar, kıyafetler satan çingene kadın kalkıp oynamaya başlıyor. Şu anda pazarın bu köşesi küçük bir karnaval yerine dönmüş gibi o camları isli buğulu yapı birden canlanıyor dışarıda güneş bulutların arasından süzülüyor ve sanki o da eşlik ediyor bu curcunaya. Ancak yaşlı adamın üflemeyi kesmesiyle bakışlar yine önlere çevriliyor ve alışveriş kaldığı yerden devam ediyor. Biz köşeden antika saatlerin bulunduğu bir tezgaha seyirtirken yaşlı adamla satıcı arasındaki pazarlığın ne kadar çetin geçtiğini, birbirlerinin ellerini koparırcasına sallamalarından anlıyoruz. Saatçi genç yenice evlenmiş, hanım evlere temizliğe gidiyor ben de bu tezgaha bakıyorum diyor, tezgaha nereden geldiğini kendisinin bile unuttuğu eski metal bir tren ilişiyor gözümüze, saatlerin arasında yolcularını yitirmiş de onları arıyormuş gibi telaşlı ilerliyor kurma kolunu çevirince. Küçücük makiniste selam verip yolumuza devam ediyoruz. Bir oyuncakçı tezgahının başındayız şimdi, annesinin eteğini çekiştiren ve olanca sevimliliğiyle kendi boyu kadar bir ayıcığı kucaklamaya çalışan küçük mavi gözlü çocuk, istediğini elde ediyor. Bir avuç metal para değer biçilen kırmızı ayıcığı kah sürükleyip kah öperek yitip gidiyorlar gözümüzden. Ayıcıklardan mavi renkli olanı ise yeni sahibini daha doğrusu yeni oyun arkadaşını bekliyor şimdi, ancak daha önce defalarca kez terk edilmiş olmanın bilinciyle, kendini çok kaptırmıyor bu duruma, ne de olsa yeni sahibi de onunla büyüyünceye kadar oynayacak sonra yine ya bu pazara gelecek satılmak için ya da yüzü iyice eskimiş olacağından pamukları çıkarılıp, belki biraz da kabartılıp bir yorgana veya yastığa ek yapılacak. Hemen yanındaki oyuncak bebekse daha ümitli görünüyor, yatınca tek gözünün kapanıp tekinin aralık kalmasına rağmen daha sıkı tutunmuş olacak hayata. Tangır tungur bir gürültü bakışlarımızı başka bir tezgaha çeviriyor kalaylı bakırlar, kaplar küçük tezgaha sığmamış üst üste koyulmaya çalışılırken de yerlere saçılmış durumda, insanlar kaplara basmamak için raks eder gibi yürüyor şimdi bu dar yolda ah ne hengâme ama! Biraz ilerideki kitapçıya ilişiyor bu sefer gözümüz, dini, tarihi, coğrafi eski kitapların arasında çerçeveli bir fotograf çekiyor dikkatimizi, kalkmak üzre olan bir trenden bir bey, arkasında bıraktığı hanıma kompartımanının penceresinden bir buket çiçek uzatıyor. Kim bilir hangi duvarları süsledi sonra da yolu buraya düştü bu beyle hanımın. Artık çıkışa doğru yollanmışken tam kapının yanındaki tezgaha da göz gezdiriyoruz deri kaplı bir fotograf makinesi yılların pusladığı camının arkasında bir kaşını kaldırır gibi deklanşörünü havaya kaldırmış ve sizden çok yaşım var benim, şu hayatımda gezip görmediğim, filmime işlemediğim manzara kalmadı der gibi kibirli bir şekilde süzüyor çıkıp gidenleri. Başımızı önümüze eğip selam veriyoruz ona da, belki bir gün bizi de fotograflar ümidiyle ayrılıyoruz eskiciler pazarından. Klarnetin sesi uzaktan yine gelmeye başlıyor hafif hafif, ayıcığına kavuşmuş olan çocuksa annesinin yanında, evine doğru koşar adımlarla gidiyor önümüzden, heyecânını her hâliyle belli ederek.

29 Ekim 2010 Cuma

The Tale of GingerBeard

There was a man lived in the glory mountains of Barelein called GingerBeard
Let none may make the sheets of this story teared

In the plains of Barelein lived wolves and sheeps together
But the land was about to face with terrible fury's siege cover

Only after the bell of the tower screamed
The GingerBeard left his plate which is blueberry creamed

He grasped his staff with a great wisdom
The lands of Barelein may never left without freedom

With a couple of hours full of curiosity
The GingerBeard reached the commander of enemy army

A shout of courage echoed by the mountains
Everybody knows that the people of Barelein lived with innocence

Pioneer forces of the Dark Lord headed towards the wise
He silently whispered some spell with calm eyes

A holy lightning seized the warriors to an inevitable death
The Dark Lord found himself out of breathe

He did sent many more troops to fell the old wise
Those were just the parts of an unsuccesful enterprise

The plain was fulled with dead bodies all day long
Great wise of charming Barelein was surely strong

When the darkness of the night covered the land
The Dark Lord appeared on the hill with a huge mace in his hand

A desperate swift of mace caused a sound, makes people deaf
The greaves of town left by the corpses who are dead

Skeletons of whom were rattling under their armors
Answer has come with his staff by awakening the spirits of deers and centaurs

For the hours two gigantic army fought down the hill
Even the planes and stones of centuries curved with a shakening thrill

Two commanders of two great army were placed on their mounts
The Dark Lord was seated on a horrorfully big bull while the wise was carried by two virtuous goats

The Dark Lord roamed "defend yourself, you wise of fool"
The GingerBeard answered "die! you beast of the cruel"

Two man carrying swords attacked each other with galloping mounts
Each of which were struggling with the fear of words, yelled out of their mouths

A rain drop reached the earth then a mighty lightning appeared between the clouds
Only for a few seconds they realised each others place thanks to shiny shields and bows

Master of the darkness released an arrow which is hook thorned
Defender of the light sent out a greenish yellow leaf to block the arrow and safe the board

Old wise suddenly turned his face to the earth and requested help from the vines
Just in a second huge branches grasped the furious bull and blinded its eyes

A powerful stroke of sword teared the vines into pieces
Then a red light beamed out of the haft and caused crysis

With a courteous spell GingerBeard blinked himself to fourty-yards far
And retreat from the beam that forms a shape of epic katar

Days after the war started between good and evil in the plains of charming Barelein
Only destruction and pain were the things that sadly remain

Two man of the great war were completely weak
And their thoughts about surrender were about to touch the peak

The twinkling butterflies were the last servants of nature to help the wise of honour
Then magically stars started to fall down from the sky as a last flutter of the holy tower

One hit the Dark Lord from his widely chest
His body terribly bruised, but the defeat was not confessed

He was creating a tornado to block the luminous butterflies
While he swears and his eyes cries

The butterflies falled to the earth and their souls left the land
But the white-long staff of the old wise was again in his hand

He roamed and ordered the clouds to send a sparkling thunderbolt over the lord of fear
Only the death of him may end the drop of millions of tear

The thunderbolt covered his black armor and burned his body to suffer
Then he kissed the mud and lost all of his unholy power

Old wise was smiling after a ten-day-long war against the evil
The looser of this war was the giant man named devil

Nobody can not say that emerald green plains of Barelein was not honoured
And this ends the story of Old Wise GingerBeard

28 Ekim 2010 Perşembe

Sanayii Devrimi: Bir Yolculuk Hikâyesi

Bir kağnı Londra yolunda ağır ağır toprak yoldan ilerlerken üzerindeki 5 kişinin hayattan ayrı ayrı istekleri ve hayalleri vardı.

Arabacı

Düşünceliydi, yeni gelen makina, tarlada ona olan gereksinimi karşılar olmuş böylece toprak sahibi onu işten çıkarmıştı, bu diğerleri gibi onun için de yeni bir günün başlangıcıydı. Öküzlerin hemen arkasındaki yerini almış şapkasının siperini indirmiş, sarma sigarasından derin derin nefesler çekiyordu. Tarlada karısıyla beraber çalıştığı günleri düşünüyor, sonra birden bir ürperti cereyan ediyor karısının iki karık ötede yere yığılıp kalışı gözünün önüne geliyordu, sarı saçlı Isabelle köyün en güzel kadını, karısı, hayatı her şeyi, iki hafta yatıyor sonra ise onu sonsuza dek terk ediyordu ancak giderken cennette buluşacaklarına dair bir sözü kurumuş dudaklarından, soğuk bir rüzgar gibi kocasının kulağına fısıldayıp kocasının elini sımsıkı tutmayı ihmal etmiyordu. Neden sonra bu düşünceler arabacının kafasından dağılıyor o ilk makinanın, çalıştığı tarlada gezdiği günü hatırlıyordu, nasıl da saf bir çocuk gibi onun yanına gitmiş hırıltılı sesini büyük bir ilgiyle izlemiş hatta makinanın dişlerinin toprağı karıklara ayırışı ve bunu yaparken hiç de zorlanmayışı hoşuna bile gitmişti, ancak bu adına traktör dedikleri canavar onu işinden etmiş ve bunu yaparken de hiç bir şey olmamış gibi horultular ve dumanlar çıkararak adeta, artık buranın yeni reisi benim der gibi muzaffer bir edayla ilerlemeye devam etmişti. Elindeki avucundaki birikimiyle aldığı bu öküzler de artık onun bundan sonraki hayatındaki can yoldaşları, iş arkadaşları olacak ve köyden kente akın akın göçmeye başlayan güruhu taşımasına yardım edeceklerdi. Biraz umut biraz da endişe vaat ediyordu bu yeni düzen onun için, şapkasını düzeltti ve elini rüzgara siper edip yeni bir sigara yakmaya koyuldu.

Baba

Arkasına aldığı ailenin daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünüyordu, her şeyi onlar için yapmıştı, sırf onların rızkından kesmemek için dört senedir aynı gömleği giymiyor muydu, kıyafetlerinde yeni olan tek şey gün geçtikçe artan yamalarıydı. Garip bir ahenkle düzensiz bir biçimde farklı farklı parçalardan yapılan bu yamalar onu skalasında her renk bulunan bir ressam paleti gibi gösteriyordu. Köy artık onun içinde bir gelecek vaad etmemeye başlamıştı, öyle olunca da çok geçmeden gözünü karartıp karısını ve iki çocuğunu yanına alıp şehre doğru yola çıkmaya karar vermişti, olanca eşyasını -ki bu eşyalar zaten arabanın ancak yarısını doldurabilmişti- yanına alıp karısının kardeşinin yanına gidiyordu. Fabrika dedikleri yapılarda kendisi gibi çokça adamın bir şeyler üretmek için gün boyu çalıştığını duymuş, ekmek oradadır diye düşünüp bu kararını verebilmişti. Çalışırım diye içinden geçirdi, gerekirse sabahlara kadar gözümü kırpmam çalışırım ama bu çocukları aç bırakmam. Gerekirse bir dört sene daha gömleğimi yamalarım, şimdi yediğimin yarısını yerim, ayakkabım mı açıldı bir pençe daha vurdururum tabanına ne olacak, ayıp mıdır fakirlik? Kıvrılan yollara bakıyor ufukta görülen griliğin sebebinin çalışmayı ümit ettiği fabrikaların bacalarından çıktığını henüz bilmiyor olacağından; garip, köyde hava açıktı ama şehir yağacak gibi görünüyor diye düşünüyordu. Varsın yağsındı bugün onun için yeni bir hayatın başlangıcı olacak, şehirde her şey eskisinden de iyi olacak, çalışacak ve ailesine bakacaktı. Güneş dumanların arasından yılların kırlaştırdığı saçlarına vururken, yüzünün derin kırışıklarını daha da belirginleştiriyor, araba ağır aksak yoluna devam ediyordu.

Kadın

İki çocuğu onun için her şeyden önemliydi, hayatını paylaştığı kocasına ise gönlünü vermiş ve bu sevgi ona tarifi mümkün olmayan bir güven duymasına yol açmıştı. Kocası yanındayken hayatın zorlukları ona daha kolay geliyordu, rüzgar bile daha az sert esiyor gibi geliyordu onunla birlikteyken. Ancak şehre yaklaştıkça esen rüzgar kara kara külleri savurur olmuştu yüzlerine, bir yandan mendiliyle yüzünü kapatırken bir yandan da çocuklarını sakınmaya çalışıyordu. Şaşkındı bu zamana değin rüzgarın böyle küller savurduğuna hiç şahit olmamıştı, sanayiinin getirdikleriyle ilk tanışması böyle olmuştu işte kadının. Çok geçmeden bu gri bulutlar dağılır diye düşündü kadın o zaman çocuklarını sokağa salacak ve yeni arkadaşlar edinmelerini salık verecekti onlara. Ancak o bulutlar ne o gün ne de yıllar boyu bacalardan çıkmayı kesmeyecek ve bir çok insanın ciğerlerini adeta mengene gibi sıkarak kan kusmalarına sebebiyet verecekti.

Çocuklar

Hiç bir şeyden haberleri olmayan bu çocuklara yolculuk adeta bir oyun gibi geliyordu, öküzlerin, kulaklarına konmaya çalışan sinekleri kafalarını tatlı tatlı sallayarak kovmalarını izliyor ve birbirleriyle bu sinek konacak şu konamayacak diye bahse tutuşuyorlardı. Henüz her şey bir oyundu onlar için. Yeni evleri bir apartmanın bodrum katında olacak ve mutfaklarında gezen patkan fareleri de onlar için bir korkuya değil eğlenceye davetiye çıkaracaktı. Sokaklarda da kısa pantolonlarıyla girip çıkmadıkları delik olmayacaktı bir iki seneye kadar. Ancak ondan sonra onlar da eve ekmek getirecek yaşa geleceklerdi çünkü onbir oniki yaşlarına gelen her çocuk bu yeni hayat düzeninde üretimde yerlerini almalıydı, ya bir atölyeye çırak girip günde bir ekmeği doğrultacak kadar kazanacaklar ya da sokaklarda başkalarının filelerini taşımak için gezecek ve gününe göre, bahşişlere göre az çok demeden kazanmaya çalışacaklardı. Araba son düzlüğe girdiğinde artık şaşırtıcı bir dünyanın içine gireceklerini anladılar ve içlerinde bir yerde bir şeyler kıpırdamaya başladı, meraklı gözlerle etraflarına bakıyor ve bu kadar çok binayı doldurabilecek kadar insanın yaşayıp yaşayamayacağını akıllarında tartmaya çalışıyorlardı.

Nihayet şehre geldiler toprak yol yerini taşlık bir zemine bıraktı. Arabacının avucuna sayılan bir kaç demir paradan sonra, adamın para torbasında pek bir şey kalmamıştı ancak moral bozmak yoktu bu şehir onlara ve bir çoklarına ev ve iş sahipliği yapacak kadar büyüktü. Ha bir de, herkese yetecek kadar umut çıkıyordu fabrikaların bacalarından.

24 Ekim 2010 Pazar

Yeşil Rüya Adası; Kıbrıs

Kıbrıs denildiğinde birçoğumuzun aklına ilk önce kumar gelir, ancak bu yaftalama ile yıllardır yanıbaşımızdaki ve bize ait olan, kralların, padişahların ve firavunların sahip olmak için can attığı bu güzel adanın başka bir özelliği gözardı ediliyor. Nedir bu özellik? Hemen yanıtlıyorum, Tarih! Evet dediğim gibi çağlar boyu bir çok hükümdârın gözbebeği olan bu yeşil ada birbirinden değerli ve eşsiz tarihi güzelliklere ev sahipliği yapıyor. Milattan önceki çağlarda Akalar, Dorlar, Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar ve Perslerin egemenliğine girmiş olan ada asıl mimâri miraslarına daha sonraki dönemlerde sahip olmuştur.Hellenistik devrin girmesiyle ada adetâ refah ülkesine dönüşmüş ve mimâri açıdan mükemmel denebilecek eserlere kavuşmuştur. Amfitiyatrolar(gösteri meydanı)(Kralın bile ti'ye alınabildiği bu tiyatrolarda halk sıcak yaz akşamlarında toplanıp keyifli gösteriler seyrediyordu, eğer sessizce ve dikkatli bir şekilde dinlerseniz üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, rüzgar romalı oyuncuların repliklerini kulağınıza fısıldayıverecek ve oyuna siz de dahil oluvermemek için kendinizi dizginleyemeyeceksiniz.), Agoralar(pazaryeri)(bir çok yerleşim yeri ile deniz yolu ticaretini kullanan bolluk adasının pazaryerleri şüphesiz alelade tahıl çeşitlerinden, sık dokumalı ipek halılara, eğitimli kölelerden, keskin burunlu av köpeklerine ve hatta 1001 çeşit karışım ile hazırlanmış parfümlere kadar her lüksü bulunduruyor bunun yanında meyva sebze ve içecek gibi genel ihtiyaçları da bünyesinde barındırıyordu, bir agoranın kalıntılarında gezerken kendinizi, Pers hükümdarlığından yeni gelmiş kırmızı bir şal alırken veya ince işçilikle bir mermerden yontulmuş heykele elinizdeki dinarların yetip yetmeyeceğini hesaplarken düşleyebilirsiniz.), Su Kemerleri(sarnıçlara su ulaştırmak üzere yapılmış su taşıma kanalları)(su bu sıcak adada büyük problemdi şehir merkezlerinde su deposu olarak kullanılan sarnıçlar bulunmaktaydı ancak buralara da suyun bir şekilde iletilmesi gerekmekteydi bu sebeple yerden yaklaşık 7-10 metre yüksekliğe ulaşabilen arklar inşa edildi ve su kaynaklarından toplanan suyun düşük debide iletimi sağlandı. Hâlâ bu kanallardan sular akar yağmur yağdığında ve bu kemerler yılların vermiş olduğu vâkurlukla ağır ağır taşırlar adanın kristal sularını ayakta kalabildikleri son noktaya kadar.) ve hatta Sıcak/Soğuk Su Hamamları(evlerde çok zengin değilseniz şahsi banyonuz bulunmazdı, bu sebeple genel kullanıma açık olan ve muhteşem bir kültür paylaşım yeri olan ama biraz da dedikodu yapılan hamamlar banyo görevi görmekteydi. Soğuk su hamamlarında sıcak ada havasından bunaldıysanız keyifle serinleyebilir ve hemen yanıbaşınızdaki kütüphaneden almış olduğunuz el yazmalarını okuyup diğer semt sakinleriyle fikir alışverişinde bulunabilirdiniz. Toplumun nabzını tutmak için biçilmiş kaftan olan bu hamamlarda, hemen yanınızda kendine masaj yaptırmakla meşgul olan bir filozof bulunuyor, onun yanında seferden yeni dönmüş bir subay kanlarından arınmaya çalışıyor, hemen diğer tarafta ise bir İzmir'li tüccar taşıdığı malların ve yaptığı yolculuğun yorgunluğunu atıyor, dikkatli bakın orada sizi başlarıyla selamlamak ve size bir kadeh içecek ikram etmek için pek hevesliler.) Helenistik dönemin adaya katmış olduğu bazı önemli eserlerdir. Roma döneminde adanın büründüğü bu refah, ticaret ve kültür ülkesi kimliği, adada Bizanslılar boy göstermeye başladığında bir de askeri kimlik eklenmesiyle çeşitlendi. Bu dönemde adanın savunulması ve soyluların güven içinde yaşayabilmesi maksadıyla St. Hilarion, Buffavento ve Kantara isimlerinde 3 kale inşa edildi. Bu kalelerin inşaası günümüzde bile çok meşakkatliyken o dönemin şartlarında ulaşılabilen bu başarı insanın nefeslerini kesmeye yetiyor. Tabii nefeslerinizin kesilmesi sadece mimari etkiden değil aynı zamanda bu dağ kalelerinin sağlamış olduğu enfes Akdeniz manzarasının bünyenizdeki tesirinden kaynaklanıyor. Mavi deniz, Yeşil dağlar ve tam ortada Turkuaz bir buluşma noktası tabii altın rengi kumsallarla süslenen kıyı şeridini de yabana atılamayacak değerler arasına koyuyorum. Adada bir de William Shakespeare'in ölümsüz eserine kaynaklık eden bir kale bulunmakta, evet bahsettiğim hikaye şu aşk, kıskançlık, ihtiras, ihanet dörtgeninde gidip gelen meşhur Othello'dan başkası değil, 14. yüzyılda Lüzinyanlıların adaya hakim olması sonucu inşa edilen bu kale, çoğumuzun kafasındaki kale tasvirine, etrafında çevrili bulunmakta olan su dolu hendeğinin hemen üzerinden açılan ağır demir ve tahtadan yapılma kapısıyla birebir örtüşmektedir. Orada bulunurken hemen kapının arkasından elinde miğferiyle doru bir atın üzerinde bir şövalye sizi selamlayacak ya da kale burçlarından bir muhafız alevli oklarını size doğrultarak kim olduğunuzu soracak zannedersiniz, ancak korkmaya gerek yok, Akdeniz insanının misafirperverliği hemen kendisini gösterecek ve içeri buyur edileceksiniz.

Gerçek Akdenizi bulabileceğiniz bu sevimli ada, orada hemen bir uçak veya gemi yolculuğu mesafesinde bize kucak açmış bekliyor. İlk fırsatta kendinize bir iyilik yapın ve sizden önceki kuşaklarla aranızda adeta sihirli bir geçit görevi gören Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne bir bilet alın. İsterseniz adanın derin maviliklerine doğru bir yolculuğa çıkın ve karetta karetta kaplumbağalarının kafasını okşamanın, sürekli size sıcak bir şekilde gülümseyen yunuslarla yüzmenin veya yemyeşil deniz çayırlarında su altındaki büyülü dünyada uzanmanın keyfine varın, isterseniz de el yapımı Bodrum sandaletlerinizi ayağınıza geçirip eski çağlara mistik bir yolculuğa çıkın ve felsefenin nerede daha derin anlamlara kavuşabileceğini deniz tuzu, meltemin hafif hafif saçlarınızı okşaması ve asırlık zeytin ağaçlarının karnaval coşkusuyla burnunuza gelen kokusuyla keşfedin. Gerçek Akdeniz sizi bekliyor!