1 Aralık 2011 Perşembe

YÖK'ün Katsayı Meselesi

Yüksek Öğretim Kurumu'nun lise düzeyinde eğitim gören öğrencilere uygulamış olduğu ve sayısal, sözel, eşit ağırlık, dil, ve ayrıca meslek edinmeye yönelik olarak ayrılan, ve yükseköğretime geçişte alan puanı olarak hesaplanan orta öğretim başarı puanı günümüze kadar, kendi alanı dışında tercihte engelleyici fakat meslek edinmeye yönelik kurumlarda örneğin anadolu öğretmen liselerinde, öğretmenlik tercih edildiği takdirde destekleyici görev görmekteydi. Yeni düzenlemeye göre ise her öğrencinin orta öğretim süresince elde ettiği başarının 0,12 ile çarpılmasıyla elde edilecek puan genel puana yansıtılacak. Bu düzenleme ile, başarabilen öğrenciler kendi eğitim aldıkları alan dışındaki alanlarda da özgürce tercih yapabilme hakkına sahip olabilecekler. Birçokları bu kararın İmam Hatip Liselerinden dini temelli eğitim alarak çıkmış öğrencilerin de din adamlığı dışında meslek dallarına geçebilmesi maksadıyla alındığını savunuyor, ki bu doğru olsa dahi amaçlanan durum, makûl olarak karşılanabilecek bir durumdur. Gerçek şudur ki, devlet meslek edinmeye yönelik okullarda okuyan öğrencilere standart eğitim veren diğer lise öğrencilerden çok daha fazla masraf yapmaktadır ve aslında teknik veya meslek liselerine kayıt yaptırmakla, öğrenci bu masraflar karşılığında ihtiyaç olan dallarda ara eleman görevinde bulunacağını taahhüt etmiş olmaktadır, ancak 14 yaşındaki bir çocuktan reşit olduğunda yapacağı mesleği belirleyecek bilinci beklemek ne derece doğrudur burası tartışılabilir bir konudur. Teknik ve Meslek liselerine ve İmam Hatip liselerine kayıt olan bir çok çocuk, ailesinin tasarrufuyla bu bölümlere kayıt olmakta fakat eğitim aldığı süre zarfında seçimleri ve bakış açıları değişebilmektedir. Kaldı ki, ilk öğretim seviyesinde verilen rehberlik hizmetleri dahi, çok değişken fikirli ve bilinçsiz yaşlar olan ergenlik yaşlarında olan çocuklara uygun olan mesleği bulmak ve onları kanalize etmek konusunda bir çok kez yetersiz kalmaktadır. Çok öğrenci de bu sebeple yanlış tercih kurbanı olmaktadır. Bu öğrencilerin istedikleri meslekleri yapma haklarını, katsayılarla önlerine set çekmek suretiyle ellerinden almak, çok da mantıklı bir durum olarak kabul edilmese gerek.

Peki, teknik ve meslek liselerini bir kenara koyduğumuzda düz, anadolu ve fen liseleri olmak üzere üçe ayrılan lise türlerinden birine devam eden öğrencilerin izleyebileceği tercihler ve sonuçları neler olacaktır? Genel olarak, görece kolay başarılabileceği düşünülen sözel ve eşit ağırlık bölümlerine tercihler artacaktır, söz gelimi sayısal alanda tercih yapmak isteyen bir öğrenci, okulunda daha yüksek orta öğretim başarı puanı alabilmek maksadıyla veya iki alanda birden bilgi sahibi olup ygs ve lys'de yüksek puan alma amacıyla okulunda sözel alana yazılacak fakat -günümüzde neredeyse okul eğitiminin önüne geçen- dersanesinde ise sayısal eğitime kaydolacaktır. Bu durum orta vadede okullarda fen sınıflarının azalmasına yol açabilecek ve milli eğitim kapsamında bu alanlarda açılacak kadro sayısı giderek azalabilecektir, bu durum ise fen edebiyat fakültesine bağlı eğitim veren fen alanı öğretmenliklerine olan ilgiyi azaltabilecek ve atanamayan öğretmenlere özel kurumlar olan dersane yolu gözükebilecektir ki bu da devlet kurumlarına oranla daha güvensiz bir çalışma ortamı demektir.

Sonuç olarak, öğrencilerin önünü açmak ve yanlış tercih sonucu sevmediği bir mesleği yapmak zorunda kalabilecek öğrencilere bir şans daha vermek olması gereken bir uygulamadır. Bu öğrencilere mezun olacakları döneme kadar geçen süreçte yapılan masraflar ise muhakkak sûrette ileride mutlu ve istekli olarak yapacakları işlerin getireceği katma değerler ile karşılanacaktır.

Mertcan Bilgili

24 Ekim 2011 Pazartesi

Güncel Olaylara Genel Bakış Ekim 2011

Ekim ayı henüz sona ermeden Türk halkının ve Dünya'nın aklına kazınacak bir ay olarak tarihe geçti bile. Kronolojik olarak göz attığımızda, doğalgaz, elektrik ve diğer bir takım ürünlere yapılan güncellemeler(!), Güneydoğu'da 8 noktada gece baskınlarıyla 26 tane şehit verilmesi hemen ardından Kaddafi'nin yakalanıp linç edilmesi ve Van'da meydana gelen 7,2'lik deprem. Dilerseniz, bu başlıkları tek tek ele alalım.

Yaşamsal İhtiyaçlara Yapılan Zamlar;

Doğalgaz, elektrik, ÖTV, benzin, sigara ve alkol ihtiva eden ürünler'in her birine yaklaşık olarak %15 civarında zam yapıldı(ÖTV değişken olmakla birlikte). Memur maaşlarına yapılan zamların yıllık % 3+3 şeklinde olduğunu göz önünde bulundurursak, ekonomisi mükemmel ilerleyen ve sürekli gelişen bir iktisadi yapıya sahip olduğu her fırsatta dile getirilen Türkiye'nin çok da iyi bir ekonomiye sahip olmadığını gözlemleyebiliriz. Yaşamsal ihtiyaçlar olan Doğalgaz ve elektriğe bu denli zam yapılması, devletin hâlâ bir çok yerden vergilerini toplayamadığını ve bir çok insanında vergi kaçırdığını anlamamıza olanak sağlar. Bütçede meydana gelen veya gelmesi muhtemel açıkları da böylece herkesin mecburen kullanacağı ve alternatifi olmayan kalemlerden çıkarmak bütçe dengesini kolay yoldan kurmanın yolu olarak görülüyor. Sigara ve içki gibi bağımlılık yapan ve zararlı mamullerdeki fiyat artışı ise dünya genelinde uygulanmakta olan ve bağımlılığı azaltmaya yarayan ayrıca bu maddeleri kullananların ileride tedavilerine harcanacak olan giderlerin karşılanması açısından da daha mantıklı ve kabul edilebilir ölçüde zamlardır.

Güneydoğu'da Verilen Şehitler

Yıllardır bitmek bilmeyen ve uygulanmakta olan politikalarla da bitecek gibi görünmeyen terör sorunu ise bir diğer güncel konu, devletin askeri, devletin karakolunda ve milletin topraklarında gece vakti ağır silahlarla, bbg evi gibi izlediğimizi iddia ettiğimiz topraklardan geçerek gelen teröristler tarafından yapılan hain saldırılarla şehit edilebiliyor, bu durum ise hem gerilla taktiği uygulayan PKK terör örgütüne karşı bir düzenli ordu birimi olan karakollarla karşılık vermenin hatalı olduğunu hem de sıcak çatışma bölgesindeki askerlerin yetersiz eğitim durumunu gözler önüne seriyor. Profesyonel ordu elemanlarının kullanımına başlanmasının Mart 2012'de olacağı düşünülürse, bu açık, kısa zaman sonra kapanacak bir açık gibi yorumlanabilir. Hâl-i hazırda uygulanan askerlik sistemi, savaş sanatına yatkın olmayan ve yeterli psikolojik ve fiziksel eğitimden geçmeyen erlerin de çatışma bölgesine sürülmesine dayandığı için zayiatlar normal karşılanabilecek değerlerin üzerinde devam ediyor, ancak bahsi edilen profesyonel ordu birlikleri tam randımanla kullanılmaya başlandığı ve Türk ordu yapısına entegre olduğu zaman düz ovada daha başarılı bir savaşım verilebilir. Olayın hemen ardından başlayan geniş çaplı ve bizzat Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel'in yönettiği operasyon, Jandarma Özel Harekat Timleri, Bordo Bereliler ve Komandolar'dan oluşan ve ayrıca hava desteği de alan yapısıyla çok daha etkili olan ve profesyonel eğitim alan birimlerin vurucu gücünü daha iyi anlayabileceğimiz bir örnek olmaktadır, ancak terör'ün çatışma değil uzlaşma ve politika yoluyla biteceği de göz önüne alınması gereken önemli bir noktadır.

Kaddafi'nin Ölümü ve Yeni Libya Yönetimi

Arap baharı olarak nitelendirilen ve diktatöryaların altında yıllardır ezilen ve demokrasi istediği söylenen halkların başlattığı devrimlerin belki de en önemlisine sahne olan Libya'da süreç, Kaddafi'nin muhalif güçler tarafından linç edilmesi ile bir sonraki adım olan yeni yönetim kurma aşamasına taşındı. Kaddafi'nin ve oğlu Mutaassır'ın vahşice linç edilmesinde görülen odur ki Libya halkı demokrasi'ye hazır değildir ki zaten 25 Ekim itibâriyle ilan edilen yeni yönetim, şer-i kuralları benimseyeceğini duyurmuştur. Kaddafi'nin öldürülüşünde, son ayaklanmaları bastırmak amaçlı yaptığı katliamların etkisi muhakkak ki büyüktür, ve onu linç edenlerin her birinin ailesinde çok yüksek ihtimalle, diktatöryal rejimi devirme çabaları esnasında öldürülmüş bir çok fert bulunmaktaydı, bu da Kaddafi'nin yargılanmadan infaz ve hatta linç edilmesinin sebebi olarak değerlendirilebilir. Linç esnasında "Allah-u Ekber" şeklinde çığlık atan insanlar ise, İslam'ın dünyada barbarlıkla özdeşleşmesine sebep olan görüntüleri veren din düşmanları olarak adlandırılabilir. Unutulmamalıdır ki Müslümanlık inancında, rûz-ı mahşer'de bir kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibi, bir kişiyi kurtaran ise bütün insanlığı kurtarmış gibi değerlendirilecektir, dolayısıyla Allah'ın adını anarak insan öldürmek, dinin temelleriyle bağdaşmamaktadır.

Van'da Meydana Gelen Deprem

Bu ay meydana gelen olaylardan belki de en üzücü ve kayba neden olanı ise Türkiye'nin doğusunda meydana gelen deprem'di. İlk başta Richter ölçeğine göre 6,6 olarak duyurulan ancak daha sonra 7,2 ve 7,9 gibi rakamların da zikrediliği fakat şiddeti ne olursa olsun yıkıcılığı büyük olan bir deprem meydana gelmiş ve Türkiye'yi derinden üzmüştür. Bu depremde, kurtarma ve insani yardım alanında Marmara depreminden alınan dersleri görmüş bulunduk, daha hazır ve depremi müteakip 1 saat içerisinde olay yerine intikâl edebilen bir Kızılay vardı. İlk saatlerde muhakkaktır ki kurtarma çalışmaları ve imkanları yeterli değildi ancak kısa sürede eskiye nazaran çok daha verimli çalışmalar gerçekleşti ve gerçekleşiyor. Bu noktayı bir kenara bıraktığımızda, görünen o ki Türkiye önceki kayıplarından tam anlamıyla ders almamış, evet aynı sokak içerisinde bulunan ve yeni deprem yönetmeliğine uygun olarak yapılan binalar eski binalara göre daha sağlam kalmış ve ayakta durmayı başarabilmişlerdir, ancak görünen o ki yeni yapılara işleyen denetim kuralları eskilere işlememiş ve binaların altında bulunan oto galerilerinin daha fazla araba sığdırmak ve daha fazla para kazanmak hırsıyla insan hayatlarını nasıl hiçe sayarak binanın taşıyıcı kolonlarını kestiğini dahi belirleyememiştir. Okul binası, hapishane, yurt binası gibi çift temel ve radye sisteme göre inşa edilmesi gereken yapılar ise depremde ilk yıkılan binalar olmuştur, hatta Van Hapishane'sinin yıkılan bir duvarından istifâde eden 150 kadar mahkum önce firar etmiş ancak büyük bir kısmı ailelerinin durumunu kontrol edip ilerleyen saatlerde cezaevine dönüş yapmıştır. Bu deprem, bazı ırkçı düşünceye sahip insanların zihninde "İlahi Adalet" tecelli etti gibi hem dinle hem de vatanperverlikle bağdaşmayan düşüncelere yol açsa da, Türkiye'nin hangi köşesinde meydana gelirse gelsin, herhangi bir olayda, insanların nasıl tek yürek olduğunu göstermiş dolayısıyla, bölücü terör örgütünün amacını gerçekleştiremeyeceğini, amalgamlaşmış bir yapıyla birbirine kenetlenen Türkiye insanının duruşuyla kanıtlamıştır. Yaraları sarma döneminde yurtdışı kaynaklı birçok yardım teklifini geri çevirsek de, İsrail'in yaptığı teklifin kabûlü, iki ülke arası ilişkilerin normalleşmesi sürecinde de faydalı olacaktır. Nasıl ki İsrail'de geçtiğimiz yaz meydana gelen büyük orman yangınında, Türkiye İsrail'in yanında yer aldıysa ve onlara yardım ettiyse, şimdi onlardan gelecek yardımın da ihtiyaç olmasa dahi diplomasi gereği kabul edilmesi iki tarafın da kârına olacaktır.

Mertcan Bilgili

3 Eylül 2011 Cumartesi

Kopma Noktasına Gelen Türkiye-İsrail İlişkileri

İsrail, içinde bulunduğu coğrafya ve bu coğrafyadaki ülke ve insanlara karşı tutumu sebebiyle Akdeniz'de tek dost ülke olarak Türkiye'yi görebilen ve bu dostluğu ortak askeri operasyonlar, terör örgütüne yönelik müdahalelerde kullanmak üzere teknoloji transferleri gibi noktalarda Türkiye ile ortak çalışarak sağlamlaştırmış bir ülkeydi. Peki ne oldu da bu simbiyotik denilebilecek yapı tek bir iktidar döneminde 180 derece yön değiştirdi. İlişkilerin ilk gerildiği, daha doğrusu gerilmenin ilk açıkça dile getirildiği yer R. Tayyip Erdoğan'ın ünlü "one minute" çıkışını yaptığı 2009 Davos zirvesi olmuştu. Burada İsrail lideri Peres'e sert çıkan Erdoğan, ilişkileri koparacağının sinyallerini vermişti. Daha sonra karşılıklı olarak sınırlanan diplomatik ve askeri ilişkiler, 2010 yılında İsrail'in Filistin'e uyguladığı Gazze blokajını kırmak amacıyla Mavi Marmara isimli insani yardım gemisinin yola çıkması ve bu gemideki aktivistlerin uluslararası sularda İsrail ordusunun saldırısına uğraması sonucu meydana gelen sivil ölümleriyle gerginliğinin son noktalarına dayanmıştı. Bu noktadan sonra bir özür bekleyen Ankara hükümeti, İsrail'in kibiri ve yaptığı eylemin haklı olduğunu savunması sebebiyle karşılık bulamadı. Türkiye'den İsrail'e gönderilen temsilcinin İsrail'li temsilciden daha alçak bir sandalyeye oturtulması da "signalling" olarak değerlendirilmiş ve "düşük sandalye skandalı" olarak kayıtlara geçmişti. Son olarak 2011 Eylülünde, İsrail elçiliğindeki yüksek mevkii temsilcilerin sınırdışı edilmesi ve temsil'in 2.katip seviyesine indirilmesi ile Türkiye-İsrail arasında olan diplomatik ve askeri ilişkilerini teknik olarak olmasa da pratikte bitirmiştir.

Peki gelelim bu olayın sonuçlarına, Türkiye'nin bu tutumu sadece İsrail'e karşı olmamış ayrıca BM'nin Mavi Marmara raporuna da olmuştur, bu raporda uluslararası sularda silahsız sivillere saldıran pür-silah İsrail askerlerinin kendilerini savunduğunun belirtilmesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından şiddetle eleştirilmiş ve raporun Türkiye tarafından yok sayılacağı bildirilmiştir. Diplomatik ve askeri açıdan tedavisi kısa ve orta vadede zor olan bir sürece sürüklenen Türkiye bu olaylar sonucu zaten artık fazla güvenilmeyen bir müttefiki kaybetmiş oldu, ancak bu noktada İsrail'in kaybı Türkiye'den büyüktür, çünkü bulunduğu coğrafyada sadece tek bir ülkeyle müttefik sayılabilecek olan İsrail bu ülkeyi de kaybederek tek başınalığını pekiştirmiş oldu. Filistindeki insanlık ayıbına da daha fazla dikkat çekilmesi yine İsrail'in kaybına olacak ve Avrupa ülkeleri de zaten belirtmiş oldukları tepkileri çok yüksek seviyeye ulaşmasa da artırarak sürdürecektir. Bunların yanındaki en önemli konu ise iki ülke arasında ve ağırlıkla siviller tarafından yürütülen ve hacmi 2,5 milyar doları bulan ticarete vurulacak olan darbe olacaktır. Türkiye'nin 1,1 milyarı bulan ithalatı azalacak veya kesilecek, İsrail'in ise 1,4 milyarı bulan ithalatı yara alacaktır.

Filistin'e yapılanlar ve daha sonra Türkiye'ye karşı verilen tepkiler ve verilmeyen karşılıklar, ilişkilerin bu noktaya geleceğini zaten gösteriyordu, dolayısıyla 2. katip seviyesinde temsil durumu, malum'un ilanı olarak değerlendirilebilir. İsrail'e olan güvenin azalması  Türkiye'yi İsrail'e bağımlı olduğu askeri alanlarda çalışmalar yapmaya zorlamış ve heron insansız hava uçaklarının muadilleri Türkiye'de de üretilmeye başlanmıştı, bu gelişmeler Türkiye'nin teknolojiyi satın almak yerine üretmeye yönelmesine de dolaylı yoldan katkı sağlamıştır denilebilir, ancak genel bağlamda bölgenin önemli ve tehlikeli ülkelerinden olan İsrail ile kopan ilişkiler uzun vadede ne sonuçlar doğuracak, beklemek ve görmek gerekir. Ancak şöyle bir çıkarım yapılabilir ki karşılıklı olarak kaybet-kaybet şeklinde açıklanabilecek politikalar en azından Türkiye'de dışa bağımlı olunan teknolojiler lehine kazan-kaybet politikalarına çevrilebilir tabii eğer geç kalınmaz ve doğru adımlar atılabilirse.

Mertcan Bilgili




Fotograf, politikadergisi.com adresinden alınmıştır.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Asmalımescit; Tamam mı, Devam mı ?

Farklı şehirlerden İstanbul'a gelen pek çok insan kendilerini İstiklal caddesine attıklarında, bu meşhur caddenin hemen arka sırasında başka bir dünya olduğu gerçeğini farkedemez. Hemen köşeden dönüp biraz ilerleyince sokaklara taşmış masalarıyla adeta bir çok alt kafeden oluşmuş dev bir sokak kafesi bulunur, Pera'nın arka sokaklarında. Kahkahalar, İstanbul'un o eski binaları boyunca göğe uzanır ve oradan karışır hayata. 1930lardan beri süregelmektedir aslında Asmalımescit'in sabahlara değin süren sefaları, Fikret Âdil'in kendi evinde geçen Asmalımescit hikâyelerini kaleme aldığı -Asmalımescit 74- isimli kitabında da bu olaylara adeta tarihin kapısını aralamışçasına şahit oluruz. İşinden gücünden çıkan bir çok İstanbul'lu akşam Asmalımescit'e uğrayıp birşeyler içmeden geçmez çoğu zaman evine, gün boyu kapalı odalar arkasında zamanı geçenlerin hayata göz kırpmasıdır belki de bu ve orada sosyalleşir bir çok genç ve nice dostlukların temeli atılır, daha önce atılmış olanlar ise bina edilir -di.
    
Son günlerde sokağın kimliğini oluşturan masalar, sandalyeler belediye ekiplerince toplatıldı ve yine eskisi gibi kapalı mekanlara hapsedildi. Gerekçeyi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, zaten bir çok şikayet alıyorduk, vatandaş sokaklarda yürüyemez hale gelmişti sözleriyle açıkladı, ayrıca bazı işyerlerinin kurallara riayet etmediğini bu sebeple yaptırım yoluna gidildiğini de vurguladı. Şimdi bu açıklamaları ele almak gerekirse birincisi, sokakta yürünemez hale gelmesi, o bölge zaten sadece kafelerin ve bir takım sanat atölyelerinin bulunduğu bir mekan, yani oturulan bir muhit değil, dolayısıyla evine veya işine gitmek için o bölgeden geçmek zorunda olan bir topluluk bulunmamakta, Asmalımescit'e gelenlerse zaten oranın bu iç içe havasını tercih edenler. Geceleri yüksek ses oranının geç saatlere kadar devam etmesi de yine bu günlük hayattan izole sokağı ilgilendirmeyen bir durum. Çünkü yine bahsettiğim gibi bölgedeki binalar barınma amaçlı değil işyeri amaçlı kullanılıyor. Denilseydi ki herhangi bir yangın tehlikesi anında bu sokaklara nasıl girilecek daha sağlam bir dayanak noktası olabilirdi, ki bu noktada da bu tarz yerlerin Avrupa'daki örneklerine uygun olarak her binanın kendi söndürme sistemine sahip olması yoluna gidilmesi mantıklı bir yaklaşımdır. İkinci nokta olarak ise bâzı işyerlerinin kurallara uymayan davranışlarda bulunması verilmiş, evet her zaman kuralların toplumun huzuru için konulduğu savunulabilir - tabii ki kuralları mantık eleğinden geçirerek- bu durumda da bu işyerlerinin cezalandırılması doğaldır fakat yöntem uygun değildir, ayrıca kurunun yanında yaş olanı da yakmak ancak doğa kanunlarında geçerlidir, hukuk'ta ceza çekmesi gerekmeyeni de cezalandırmak kuralların sağlam temellere oturmadığının bir göstergesidir. Gelelim Topbaş'ın açıklamalarında yer almayan fakat kimi topluluklarca ele alınan diğer sebebe; mekanın içkili satış yapan bir mekan olması dolayısıyla bâzı siyasi çevrelerin duyduğu rahatsızlık sonucu karar alındığı öne sürülüyor. İslâm dinine göre mübârek bir ay olan Ramazan ayı öncesi bu olayın cereyan etmesi ise şüphe uyandıran bir teori, genel toplum yaşamından izole edilmiş olan bu sokak zaten sadece oraya gerçekten gitmek isteyenlerin gideceği bir yerde, dolayısıyla toplumun genel değerlerine açık bir şekilde aykırı bir durum sözkonusu değil, ayrıca yine bu teorinin doğru olduğunu varsayarsak; orucun, mü'min'in kendi iradesiyle olan bir imtihanı olması sebebiyle de bu uygulamaya gidilmesine gerek yoktur, her müslüman kendi öz bilinciyle dini yasaklardan uzak duracaktır, ancak bu noktada laik devlet yapısına uygun hareket edilmeli ve kendisi gibi düşünmeyenleri engelleme yoluna başvurmamalıdır.

Genel itibâriyle ele alındığında Beyoğlu bölgesinin simgeleri halinde bulunan Asmalımescit, Nevîzade ve Fransız(Cezayir) Sokağı gibi yerlerin kendi kimliklerini koruyarak yaşamlarına devam etmeleri gerekir. Avrupa ülkelerinde de bir çok örneği bulunan bu gibi yerler toplumun günlük hayatının ilerleyişine engel teşkil etmemektedir dolayısıyla varlıklarını sürdürmelerinde herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Bu olayın bâzı siyâsi çevrelerin kendi insiyatifleri doğrultusunda gerçekleştirilen bir eylem olması ise şimdilik bir teoriden ibarettir, bu teori ancak Ramazan ayından sonra uygulamaya son verilirse daha geçerli bir hâl alır. Umut edelim ki gideceği mekanı seçmekte hür olduğu öngörülen insanımız, bu gibi mekanlara tekrar kavuşsun ve tarihi Pera semtini kimliklerinden arındırma çabaları son bulsun.






Fotograf, thegate.boyut.com.tr adresinden alınmıştır.

17 Mayıs 2011 Salı

Kırım Tatar Sürgün ve Soykırımı

Kırım Tatar Sürgün ve Soykırımı
Mertcan Bilgili

Tarihte, Doğu Avrupa’da Müslüman etnik gruplara bir çok kanlı sürgün uygulanmıştır, işte bunlardan biri ve belki de en geniş çaplısı Kırım Türklerine karşı Sovyet Rusyası tarafından yapılmış olan Kırım Türk Soykırımıdır. Bu sürgün 18 Mayıs 1944’te dönem Sovyet Rusyasının başkomutanı Joseph Stalin tarafından verilen emirle başlamıştır.(Biyografi.info) Stalin’in yaptığı sürgün’den mahrum olanlar I.Aydıngün ve A.Aydıngün’ün 2007 tarihli çalışmalarında “Karadeniz’in kuzey kısmında(Günümüz Kırım ve Ukraynası) yaşayan, Türkçe konuşan Hanefi-Sunni Müslüman olan bir etnik grup olarak tanımlanmıştır.Yine aynı kaynağa göre, ancak 1989dan yani sürgünden uzun bir zaman sonra sürgün’e maruz kalanlar evlerine dönebilme hakkına kavuşmuşlardır. Bu çalışmayı daha iyi anlayabilmek için bazı tanımlara göz atmak yerinde olacaktır.
 
Merriam-Webster Collegiate Sözlüğüne göre sürgün; bir grubun kanundışı hareketleri sebebiyle bulundukları yerden taşınmaları, soykırım ise istemli ve sistematik bir şekilde bir etnik, politik ve kültürel grubun öldürülmesidir, şeklinde geçmektedir. Bu mânâda soykırım bir çok can ve mal kaybına yol açmıştır ve bir çok tarihçi bu kanlı eylemi araştırmayı bir insanlık görevi olarak bilmişlerdir. Dr. Kemal Özcan da bu araştırmacılardan biridir.
 
Soykırım ile ilgili olaylar Dr. Kemal Özcan’ın 2002 tarihli kitabında aşağıda geçen şekilde belirtilmiştir; Kırım Türk Ulusal Hareketi tarafından yapılmış çalışmaların ışığında 238.500 Kırım Tatarı, Kırım’dan Özbekistan, Kırgızistan, Altay ve Türkiye’yi de içine alan Orta Asya ülkelerine sürgün edilmiştir. Sürgün edilen insanların %84,6sı kadın ve çocuklardan oluşmuştur ve ancak 55 yıl sonra kendilerine eve dönüş hakkı verilmiştir.
 
Günümüz Kırımında geri dönüş yapan Tatarlar dahil 2.033.700 insan yaşamaktadır fakat bu rakamın yalnızca %13ü Kırım Türklerinden oluşmaktadır ancak Kırım Tatarcası ülkenin resmi dillerinden biri olarak kabul edilmektedir.(ukrcensus.gov.ua04/08) Emin olunmalıdır ki Kırım Türkleri bu 55 yıllık süreçte ve sonrasında tahayyül edilemeyecek acılar çekmişlerdir.
 
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılabileceği gibi Kırım Türkleri yine kendileri gibi Türk kültürüne sahip ancak alışık olmadıkları bir iklim ve coğrafyaya sürgün edilmişlerdir, bunun bir sonucu olarak sürgün edilenlerin yaşamları bir çok yönden sorunlarla dolmuştur. Bu sorunlardan bazıları, F.Taştekin ve M.Özkaya’nın çalışmalarında şöyle geçmektedir. Kırım Tatarları geri döndüklerine fark ettiler ki malları, evleri, camiileri ve diğer yapılar yağmalanmış ve yıkılmıştı bir kısmı ise Ruslar ve Ukraynalılar tarafından paylaşılmıştı. Günümüzde 250.000 Kırım Türkü kendi topraklarına dönmüştür ancak evlerini geri alamamışlardır. Bütün bu problemler ve aşağıda bahsedeceğimiz daha niceleri Kırım Tatarlarının hayatlarında onulmaz yaralar açmıştır. Bu çalışma “Kırım Soykırımının sebepleri ve sonuçları nelerdir” sorusuna cevap bulmayı amaç edinmiştir.
 
Şüphesiz Kırım Tatar Türklerine yapılan sürgün hakkında, sonuçlarının çok dramatik ve etkileyici olması sebepleriyle bir çok görüşler vardır, ancak bu çalışmada temel olarak bunların üç tanesi ele alınacaktır. Bu olaylar kronolojik sırası ile yani “Kırım Sürgünün Sebepleri”, “Sürgün Esnasında Meydana Gelen Olaylar ve İstatistikler” ve son olarakda “Eve Dönüş: Kırım” isimleri altında incelenecektir.
 
Kırım Sürgünü’nün Sebepleri
Bir çok tarihçi ve araştırmacı arasında Sürgün’ün sebebi olarak, II. Dünya Savaşı esnasında Kırım Türklerinin ve Almanların ilişkileri görülmüştür. Fakat neden Kırım Türkleri Rusların karşısında olmayı tercih etti? J.Otto Pohl’un 2000 tarihli araştırmalarına bu olaylar şu şekilde açıklanmıştır, 1930’un başlarında Stalin Kırım Türklerine karşı bir etnisite başlatmıştır, örnek olarak 1935ten 1938’e kadar Sovyet yönetimi 23 adet Tatar Yayınevinden 14ünü kapattırmış ve yazarlar ve filozofları da içine alan entellektüel kesimden bir çok kişiyi de idam etmiştir, bunun bir sonucu olarak ise Tatar halkı Sovyet Rusya’sına karşı bir tutum ve tavır almışlardır. II.Dünya Savaşı’nda Alman Hükümeti bu çatışmayı savaştan daha karlı çıkabilmek adına kullanmaya çalışmıştır. J.Otto Pohl’un dışında diğer araştırmacılar da aynı görüştedirler.
 
Bir çok yönden I.Aydıngün ve A.Aydıngün’de Otto Pohl ile aynı görüşleri paylaşmıştır. 2007 tarihli çalışmalarına göre öyle anlıyoruz ki Sovyet Rusya’nın Kırım Türklerine karşı tutumu onları Rusya karşıtı bir tavır almaya zorlamıştır. Sovyet Rusyasının en önemli emellerinden biri de Kırım’ı Rusya’ya entegre etmekti. 1917 yılında Rusya’da meydana gelen devrimden sonra, bir grup milliyetçi Tatar bağımsız bir Kırım Tatar Devleti kurmayı denedi ancak Bolşevikler bu girişimi mümkün olan en kısa sürede bertaraf ettiler. Kırım Milliyetçilerinin önderi Numan Çelebi Cihan Bağımsız bir devlet kurmak istediği için ölüme mahkum edildi. 1920li yıllarda Kırım Uyanışı vuk’u buldu ve ülkede bazı iyileştirme ve düzenlemeler yapıldı ancak ülkenin bu serbest atmosferi çok uzun süremedi. Daha önce de bahsedildiği gibi bir çok entellektüel öldürüldü veya sürgüne gönderildi. Bu etkenler Kırım Türklerinin II.Dünya Savaşı esnasında, Alman Ordusu’nun yanında Sovyet Rusyasına karşı yer almasının temel sebepleri olmuştur. Kırım Türklerinin Alman ordusuna bazı konularda yardımcı olması, dönemin lideri Stalinin Kırım Türklerinin sürgün edilmesi gerektiği fikrine sahip olmasını doğurmuştur. Meydana gelen sürgün esnasında olumsuz hava ve aktarım koşulları sebebiyle bir çok ölüm ve hastalık ortaya çıkmıştır. Farklı kaynaklar bu ölümler ile ilgili farklı rakamlar verse de hepsi sürgün sırasında 180.000den fazla insan öldüğü konusunda hemfikirdir.
 
Sürgün Esnasında Meydana Gelen Olaylar ve İstatistikler
Kırım Tatar Sürgünü kapsadığı insan sayısı ve sebep olduğu ölüm ve hastalıklar bakımından dünyadaki en büyük soykırımlardan biridir. Dr. Kemal Özcan’ın 2002 tarihli kitabına göre, yalnızca Kırım Türkleri değil diğer Kafkas halkları da bu sürgünden nasiplerini almışlardır. Beriya’nın Stalin’e sunduğu rapora göre toplamda 225.009 kişi sürgün edilmiştir ve bunların 183.155’i Türk 15.040’ı Yunan, 12.422’si Bulgar geri kalanı ise Alman ve Ermeniler gibi farklı ırklardan oluşmuştur. Stalin’in bir diğer rapotörü olan Kabulov ise sürgünden sonraki raporunda Kırım’ın Türklerden tamamıyla temizlendiğini bildirmiştir. Kırım Türk Milli Hareketinin raporlarında ise bu rakamlar biraz daha farklıdır, 238.500 Kırım Türkü sürgüne gönderilmiş ve bunların %86.4ünü kadın ve çocuklar oluşturmuştur. Diğer bir resmi kaynak olan ve Kırım Komunist Partisi Merkez Komitesi üyesi Nemikin tarafından yapılan çalışmaya göre sürgün edilen Türklerin sayısı 187.859 olarak, Sovyet Hükümetinin Polis şeflerinin raporunda ise bu rakam 188.626 olarak geçmektedir. Bu araştırmalar göstermektedir ki en az 180.000 Kırım Türkü sürgün edilmiştir.
 
J.Otto Pohl’un çalışması da yaklaşık olarak aynı rakamları vermektedir fakat buna ek olarak sürgün sonrası kötü hayat koşulları sebebiyle gerçekleşen ölümleri de içermektedir. Bu kaynağa göre 18 Mayıs 1944ten 20 Mayıs 1944’e kadar toplamda 183.155 Kırım Türkü Özbekistan’a sürgüne gönderilmiştir. Özbekistan’a ulaşabilen insanların önemli bir kısmı ise hayatlarını burada kaybetmişlerdir. NKVD(İçişleri Halk Komiserliği)’nin arşivlerinde yer alan bilgilere göre 1944’ten 1946’ya kadar 26.775 kişi yani yolculuk sonrası hayata kalabilenlerin %17.8’i ölmüştür ki bunların 2/3’ü kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. Ibid’in raporuna göre 1945’ten 1950’ye kadar 32.107 ölüm olayı gerçekleşmişken yalnızca 13.823 doğum gerçekleşmiştir. Bu son rakamlar yalnızca Kırım Türklerini değil, diğer sürgün edilen etnik grupları da kapsamaktadır, ancak kolayca anlaşılabilir ki toplamda sürgün edilen Türklerin sayısı diğer milletlerden kat be kat fazla olduğu için bu rakamlarında büyük kısmını Türkler oluşturmaktadır. Michael Rywkin’in araştırmalarına göre toplamda 42.000 Kırım Tatarı sürgün sonucu hayatını kaybetmiştir ancak diğer araştırmacılar sürgün edilenlerin en az %46sının yani en az 100.000 kişinin sürgün sonucu hayatlarını kaybettikleri konsunda fikir birliği etmişlerdir. Araştırmalarda görülebileceği üzere her bir Kırım Türk vatandaşı mal varlığını kaybetmiş ve zorla Orta Asya’ya sürülmüştür. Sürgün edilenlerin çok önemli bir kısmı olumsuz sürgün ve yaşam koşulları sebebi ile ölmüştür. Yabancı ülkelerde baskı altında geçen 45 yıldan sonra 1989’da Kırım Tatar Türklerine geri dönüş hakları verilmiştir ancak Tatarlar için sorunlar henüz bitmemiştir.

Eve Dönüş: Kırım
Eve dönüş kısmı sürgün’ün belkide en önemli kısmıdır. Sovyet Birliği Yüksek Konsili 14 Kasım 1989 tarihli deklarasyonunda şu açıklamayı yapmıştır, “Stalin rejiminin barbarca davranışları sonucu İkinci Dünya Savaşı süresince Balkarlar, Kalmıklar, Çeçen-İngular, Kırım Tatarları, Karaçaylar, Ahıska Türkleri ve Almanlar yaşadıkları yerlerden sürgün edilmişlerdir.” bu sürgünün kabulünden sonra aynı kurum,”Sovyet Birliği Yüksek Konsili, baskı altında kalan Sovyet halklarına hiç bir şarta bağlı kalmaksızın haklarının iade edilmesi gerektiğini düşünür.” Sovyet Birliğinin en yüksek otoritesinin bu açıklamalarından sonra Kırım Tatarlarının da içinde olduğu ve sürgüne uğrayan bütün etnik gruplar eve sorgusuz sualsiz dönüş hakkı elde etmişlerdir. Sovyet Hükümeti geri dönüşü organize etmek amacıyla bir komite kurmuş ve Kırım’a dönüş ile ilgili planlar hazırlamıştır. 1990 senesine kadar toplamda 83.116 Kırım Tatarı atalarının topraklarına dönüş şansı elde etmiştir, ancak diğerleri o kadar şanslı değildi çünkü o dönemlerde fakirlik, sürgüne gönderilenler için neredeyse standart hâlini almış bir durumdu.(Özcan, 2002)
 
Prof. Semyor Gitlin geri dönüşü, çalışmasında şu şekilde açıklamıştır, Kırım Tatar Türkleri Atayurtlarına döndükleri zaman sağlıklı bir barış ortamına kavuşamadılar, çünkü Ukrayna ve Sovyet Rusyasının çarpışan jeopolitik istekleri arasında kalmışlardı Kiev, Kırım Tatarlarını, Kırım yarımadasında yaşayan ve Rusça konuşan halklarla aynı kategoride sayıyor ve müttefik olarak görüyordu ancak, Rusya’da günümüzde bile hâlâ devam eden ayrımcılık problemi o günlerde de yarımadaya hâkim olmuştu.
 
Günümüzde, eve dönüşlerden sonra Kırım Otonom Cumhuriyeti’nin nüfusu 2.024.000i bulmuştur ancak bu rakamın yalnızca %12,64’ü Tatarlardan oluşmaktadır.(ukrcensus.gov.ua) Tatarların geri kalanları Türkiye’den Kırgızistan’a kadar bütün Orta Asya’da yaşamaktadırlar.
 
Yukarıda sıralanan bütün bilgilerin ışığında, Kırım Tatarlarının İkinci Dünya Savaşından en kötü şekilde etkilenen halklardan biri olduğu apaçık ortadadır. Geri dönüş yolunda çekilen zorluklar ve Sovyet yönetiminin uyguladığı keyfi politikalar sonucu Kırım Türkleri evlerine dönüş hakkı elde etmiş olmalarına rağmen zulme maruz kalmaya devam etmişlerdir.
 
Sürgün yerlerinde Kırım Tatarlarına sağlanan yaşam koşulları insan sağlığına uygun değildi bu sebepten Tatarlar Atayurtlarına dönmek için çok hevesli idiler, fakat ilk sürgünler memleketlerine geri döndükleri zaman Kırım’ın hatıralarından ve hayallerinden çok uzaktaki bir yapıya büründüğünü anlamış oldular.
 
Kırım’a dönebilenler ilk başta çok yaygın bir işsizlik problemiyle karşılaştı. Olena Kulenkova’nın çalışması işsizliğin çok yaygın olduğunu şu yüzdelerle göstermiştir. Genel itibâri ile işsizlik %49.6 civarındaydı ancak bu yüzdeler yerel olarak bu değerlerin üzerindeydi, dönemin Kırımında, Bahçesaray’da %51, Saki’de %60.3, Leninski’de %65.6, Yalta’da %59.4, Feodosiya’da %53.6 ve Sudak’da %58.7 civarında seyrediyordu. İşsizliğin yanında barınma ve altyapı sorunları da önemli bir yere sahipti. SCNM(State Committee for Nationalities and Migration)’nin çalışmasına göre Kırım Tatarlarının %48.8’i kendi evlerine sahip değildi. %5.2’si halk evlerinde, 1.8’i özel apartlarda, %16.8’i otellerde,%4.4’ü kiralık evlerde %11.5’i tanıdıklarının yanlarında %4.4’ü ise daha farklı şekillerde barınma problemini çözmeye çalışmışlardı. Bir evsahibi olabilenlerin yaşadığı evler ise ya tamamlanmamış ya da yapım aşamasında idi. Yeni yerleşim yapanların köylerinin %75inde elektrik vardı ancak, yalnızca %27si ev içinde suya, %3’ü doğalgaz’a(ısıtma için kullanılmıyor) ve %10u ise yollara ve anayollara bağlantıya sahipti. Bu yüzdeler göstermektedir ki Kırım Tatarları için hiç bir şey eskisi gibi değildi, atalarının topraklarında sıfırdan bir hayat kurmak zorunda kalmışlardı.
 
Sovyet Rusyasının ikiyüzlülüğü de Kırım Tatarlarını zor durumda bırakmıştı. Dr.Necip Hablemitoğlu kitabında bu ikiyüzlülüğü şöyle aktarmıştır, Sovyet Rusyasının 5 Mayıs 1967 tarihli açıklaması ile Atayurtlarına geri dönen Kırım Tatarları, ücretsiz ekim alanları ve evler gibi bâzı haklara sahip olacaklardı ancak geri döndüklerinde kendi eski evlerinin dâhi Ukraynalılar tarafından gasp edildiğini gördüler. Köylerinin isimleri değiştirilmişti, ve tarihi değeri olan yapılar da dahil bir çok bina ya yıkılmış ya da amacı dışında kullanılmaya mahkum bırakılmıştı. Üstüne üstlük geri dönme haklarını elde etmiş olmalarına rağmen, yerleşim olanağı bulamadılar. Ukrayna Ulusal Polisi tarafından 1967-68 yıllarında 12.000 Kırım Tatarı Özbekistan’a tekrar dönmeye zorlandı. Bu da demek oluyor ki bütün birikimlerini harcayarak ve yerleşimlerini geride bırakarak Atayurtlarına dönmeye çalışan Kırım Tatarları ikinci bir kez daha yıkıma uğramışlardır.
 
Sovyet Rusyası geri dönenlere yerleşim ve iş sözü de vermişti ancak Kırım Türkleri geri döndüklerinde gördü ki Sovyet Rusyası bu konuda da sözünde durmamış ve geri dönenler işsiz bir şekilde açıkta kalmışlardı. Kulenkova ve Hablemitoğlu’na ek olarak Dr. Kemal Özcan’da kitabında bu konulara değinmiştir. 1974’te yürürlüğe giren yasaya göre geri Atayurtlarına dönmek isteyen Kırım Tatarları hükümete kalacakları bir yer ve çalışacakları bir işi bulup taahhüt etmek zorundaydılar. 1977 yılında 300 aileye yerleşim hakkı tanındı ancak geri dönmek için başvuran ve kabul edilen diğer 2098 kişi Kırım’a geldiklerinde yerleşim hakları tanınmadı. Daha önce Kırım’a yerleşen aileleri kalacak yer olarak belirleyen ve hükümete gösterenlerin de yerleşim hakları ellerinden alındı(Ukrayna gizli hükümet raporunda geçmektedir). 
 
Sonuç olarak bütün bu tarihsel süreç göstermektedir ki, Kırım Türkleri İkinci Dünya Savaşından îtibâren uzun yıllar süren bir yıkım sürecinin içine sürüklenmişlerdir. Bugün, sürgünden sonra geçen 65 acı dolu yıldan sonra Kırım hâlen Ukrayna’ya bağlı bir Otonom Cumhuriyettir ve Atalarının topraklarında dış işlerinde bağımsız bir yapı sergileyememektedir. Bu da demek oluyor ki, Kırım Tatarları hâlâ tam olarak özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına kavuşamamıştır.
 
Referans Listesi
1_ Aydıngün. I. & Aydıngün.A. (2007). Crimean Tatars Return Home: Identity and Cultural Revival.
Journal of Ethnic and Migration Studies, 33, 1, pp 113-128.
2_ Biyografiler (2004) Retrieved April, 14, 2008 from http://www.biyografi.info/kisi/josef-stalin
3_ Gitlin.S. (1998) Crimean Tatars in Uzbekıstan: Problems and Developments Retrieved April, 14
4_ Hablemitoğlu.N. (2004) Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı. (pp 110-130)
İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
5_ Kulenkova.O. (n.d) Governance in the Multi-Ethnic Community of the Autonomous Republic of
Crimea. Retrieved April, 10, 2008 from:
6_ Merriam-Webster Online (2008) Retrieved April, 14, 2008 from
7_ Özcan K. (2002) Sürgüne Gönderilmeleri, Yurtlarına Dönme Mücadelesi, Vatana Dönüş.
(pp 64-67, pp 176-185, pp 209-215) İstanbul: Tarih ve Tabiat Vakfı Tatav Yayınları.
8_ Pohl.J.O. (2000) Identity The Deportation and Fate of the Crimean Tatars. April, 10, 2008, from
9_ State Statistics Committee of Ukraine, April, 14, 2008 from http://www.ukrcensus.gov.ua
10_ Taştekin.F. & Özkaya.M. (2002). Kafkasya’Da Bitmeyen Sürgün ve Çeçenistan Trajedisi, Retrieved April, 12, 2008 from:
http://www.kafkas.org.tr/hakkinda/kafkasyada_bitmeyen_surgun_ve%20cecenya_trajedisi.html

27 Nisan 2011 Çarşamba

Üçüncü Köprü ve Çılgın Proje

İstanbul'a 1970 yılında Boğaziçi köprüsünün yapılmasına karar verilmesinden beri, köprülerin varlığı tartışılmış, gazeteci ve edebiyatçı Nihat Sami Banarlı gibi bir çok kişi, bu devasa ve beton-çelik karışımı yapıların boğazın eşsiz güzelliğine gölge düşüreceğini öne sürerek, arabalı vapurlara öncelik verilmesi gerektiği yönündeki fikirlerini paylaşmışlardır. 1988 yılında Fatih Sultan Mehmet köprüsünün de hizmete girmesi tartışmalara son vermemiş hatta 2011 Türkiye'sinde yapılması öngörülen 3üncü köprü, en az nükleer santral inşaası kadar tartışılan bir konu olarak gündemde yer bulmuştur. Gelelim 3üncü köprünün ve bir devam projesi olan, "Çılgın Proje" olarak adlandırılan ikinci boğaz'ın yapımına. İstanbul trafiği özellikle de iş günlerinde iş giriş ve çıkışının yoğun olduğu saatlerde haddinden fazla kalabalıktır, zaman zaman tek-çift plaka uygulaması gibi projelerle yoğunluk azaltılmaya çalışılsa da bunlar duruma bir çözüm getirememiştir. Normal bir günde yaklaşık 2 saat boyunca trafikte bekleme yapan bir araç, motorunun çalışmasına devam edeceği için dışa bağımlı olduğumuz araç yakıtı israfıyla milli servetin çöpe gitmesine, havaya yapmış olduğu karbon salınımıyla ise adetâ bir çevre felaketine yol açmaktadır. Yoğunluktan dolayı trafik hakimiyetini yitirip can ve mal kaybına yol açan kazalara karışan şoförler de, azımsanamayacak kadar fazladır. Bu bağlamda 3üncü köprü İstanbul için elzem gibi görünse dahi yapım yeri de en az köprünün gerekliliği kadar önemlidir. İstanbul'un son kalan ormanları da köprünün ve çevresinde oluşacak rant alanının acımasız palalarıyla telef olacak gibi görünmektedir. Tabiidir ki sağlıklı yaşam standartlarını belirleyen temiz hava oranının azalması bir kenti yaşanması zor hâle sokacaktır, aynen Tokyo'da olduğu gibi. Ancak gerekli önlemler alınıp, mümkün olduğu kadar az ormanlık alanın tahrip olması garanti altına alınacaksa, İstanbul'a uzun vadede şüphesiz fayda sağlayacaktır. Köprü projesinde demir yolunun bulunması ise otoyollara olan bağımlılığı azaltıp, daha çevreci ve güvenilir bir taşıma yolu olan tren taşımacılığını destekleyecek ve şehirlerarası yollarda görmekten usandığımız kamyonların sayısını azaltacaktır. 40 vagonlu bir tren aşağı yukarı 80 ilâ 100 arası kamyon ve tırın taşıma kapasitesine sahip olacağından hem trafiğe getireceği rahatlama hem de düşüreceği karbon salınımı, daha yaşanılır bir Türkiye için ortam hazırlayacaktır. Bunun yanında Üçüncü Köprü'nün direk bağlanması planlanan ve ilk olarak merhum Başbakan Bülent Ecevit tarafından 1994 yılında gündeme getirilen İkinci boğaz ise yine uzun vadede getirileri, götürülerini geçecek bir proje olarak yorumlanabilir. Boğaz'da kılavuz gemi tutmayan yük gemileri bir çok kez kazaya karışmış ve koruma altındaki yalılara dahi zarar vermişlerdir, ayrıca boğazdaki vapur trafiğini de yavaşlatıp, taşımacılığa ket vurmaktadırlar, bu gemilerin merkeze uzak bir yerden geçmesi mantıklı bir çözüm yolu olabilir, dünyada insan eliyle açılan kanalların başarılı örnekleri mevcuttur, kanalistanbul da bunlardan biri pek tabii ki olabilir. Ancak şu an için mâliyeti 10 milyar $ olarak hesaplanan bir proje Türkiye'nin önceliği olmalı mıdır konusunda emin olmak pek mümkün görünmüyor. Kanalistanbul projesi bir seçim yatırımı gibi mi sunuldu, yapımı bahsedildiği kadar kolay olacak mı veya böyle bir kanal, boğaz çevresindeki bitki ve hayvan yaşamını nasıl etkileyecek gibi sorular da projeyle birlikte düşünülmesi gereken sorulardır. Sonuç olarak var olan durumda Üçüncü Köprü ve Kanalistanbul projeleri İstanbul yaşamına kolaylık katacak gibi görülse dahi bu projelerin yaratacağı yeni çekim alanları İstanbul nüfusunda önlemez bir artışa yol açabilir ve dimyat'a pirince giderken eldeki bulgurdan da olunacak ortamlar doğurabilir. Silivri ve Büyükçekmece arasında kalan bölge de büyük konut projelerine evsahipliği yaparsa çılgın proje İstanbulluarın da çıldırmasına yol açacak kadar nüfus patlamasına yol açacaktır ki bu durum ise transit geçişlerde rahat fakat şehiriçi trafiğinde eskiye nazaran daha fazla kilit olmuş bir İstanbul görebileceğimiz anlamına gelir. Dönüşü olmayan bir yol olan bu proje yapılırken planlaması iyi yapılırda İstanbul'a kaldırılması zor yeni yükler getirmezse şapka çıkarılacak bir proje olarak tarihte yerini alır fakat tam tersi bir durum önüne geçilemeyecek ve yaşanılamayacak bir İstanbul'u beraberinde getirecektir.


Resim, haberturk.com adresinden alınmıştır.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Son Dönem Kıbrıs Meseleleri

1974'te Ecevit hükümetinin Barış Harekatı ile bağımsızlığına kavuşan ve kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti o günden hatta daha öncesinden itibâren Türkiye'nin her zaman gündeminde olmuştur, ancak son dönemde ayyuka çıkan ve seviyesi iyice düşen tartışmalar bu sefer Kıbrıs'ı Türkiye medyasına farklı bir şekilde getirmiştir. Öncelikle geçtiğimiz günlerde olanları kabaca hatırlayalım, Kıbrıs'ta yapılan bir mitingde sayıları 50yi geçmeyecek bir grup insan, Türkiye yönetimini kastederek "Türkiye defol", "Türkiye Kıbrıs'a vali atasın, bütün herşey sonuçlansın", "Türk askerinin işgali altındayız" gibi içerikleri olan birtakım dövizlerle mitinge dahil olmuştur, daha sonra ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu şahıslar nezdinde bütün Kıbrıslıları içine alacak şekilde KKTC halkına besleme yakıştırması yapmıştır. Kökeni, özü, dili, dini, ırkı bir olan bu iki insan topluluğu hatta iki bile değil özünde bir olan bu insan topluluğu birbirine düşmüş ve istenmeyen olaylar cereyan etmiştir.

Türkiye'nin adadaki ekonomik politikaları olmazsa, KKTC'ye uygulanan ambargonun sonucu olarak Kıbrıslıların yaşaması ve KKTC'nin gelişmesi mümkün değildir ki zaten bunu adaya gittiğinizde en küçük bir örnek olarak anayollarda dahi gezerken, bu yolları Türkiye'nin yaptırdığını gösteren tabelalardan anlayabilirsiniz, fakat bu yatırımlar yapılırken Türkiye'nin öncülüğünde kurulan KKTC hükümeti ve bakanlıkları çoğu zaman hiçe sayılmış ve bu kurumlar sanki bağımsız bir devletin değil özerk bir devletin bakanlıklarıymış muamelesi yapılmıştır. Şartlara bakıldığında bir tek Türkiye'nin tanıdığı ve dünya tarafından ambargolar altında ezilmiş bir ülkenin Türkiye'ye bağlı özerk bir ülke olduğu düşüncesine kapılınabilinir fakat Türkiye öncelikle kendisi KKTC'nin bağımsızlığını tanımaz ve sürekli içişlerine müdahale ederse dünyadan aynı isteği hangi yüzle talep edecektir? Pekiyi bu zamana kadar Kıbrıs'a yapılan yardımların kullanımı sadece ve sadece Kıbrıs yönetimine bırakıldığı dönemler olmamış mıdır? Cevap, evet olmuştur fakat devlet yönetiminde acemi olan ve para yönetimini verimli bir biçimde gerçekleştiremeyen Kıbrıs hükümetleri ekonomik gelişim noktasında ilerleyememişlerdir. Bu durumda Türkiye'nin de suçu yok mudur? Cevap, elbette vardır eğer siz anavatansanız yani anaysanız çocuğunuzun eğitimini siz üstleneceksiniz demektir, en basitinden anne aslan eğer yavrusuna avlanmayı öğretiyorsa, KKTC'nin ekonomisinin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak da Türkiye Cumhuriyeti'nin en kutsal görevidir, bu noktada bu zamana kadar yapılanlar nedir sorusunun cevabı ise ancak şu olabiliyor, inşaat sektörüne yatırım yap adayı sürekli inşaa et fakat bu binalar ne bir fabrika ne de bir atölye veya üretimhane olsun sadece otel, kumarhane ve sayfiye evi olsun şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye adayı kendi güvenliği için gerekli olan bir askeri üs gibi görmüş fakat ülkesinde istemediği kumar, fuhuş gibi sektörlerin buraya konuşlandırılmasında bir beis görmemiştir. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, eğer o ülke halkını sadece hizmet sektörüne yönlendirebiliyorsanız, o halk gördüğüne yönelecektir, farklı bir çıkış yolunu ekseriyetle aramayacak ve kendisine sunulana talim edecektir, işte Kıbrıs halkında da bu durum meydana gelmiştir, "ada halkı çok tembel, iş yapmayı hiç sevmezler" gibi bir düşünce pek mantıklı olmayacağı gibi Kıbrıslı devlet memurlarının ancak Türkiyedeki devlet memurları kadar ne eksik ne de fazla tembel oldukları gerçeği de meydandadır.

Peki gelelim Kıbrıs üniversitelerinde ve İngiltere üniversitelerinde gâyet kaliteli eğitimler alan üniversite mezunu Kıbrıs Türkleri'ne, İngiltere'de okuyan ve genelde İngiltere'ye yerleşen ancak emeklilik dönemlerinde ve yaz tatillerinde Kıbrıs'a dönen, ekonomik düzeyleri Türkiye'nin çok üstünde olan Kıbrıslıların neden adaya yatırım yapmadıklarına. Üzülerek belirtmeliyim ki, Kıbrıs'ta gözlemlediğim husus adada yaşayanların Türk kimliği yanında Rum kesimi kimliği de taşımaları bu sâyede AB vatandaşı olmaları ve Avrupa'ya yerleşerek bir Avrupa'lı kimliği kazanmaya çalışmaları olmuştur. Kıbrıs halkının bir kısmı -öyle olmayanları tenzih ederim- 1974 öncesinde kendisine yapılan zulmü unutmuş ve AB vatandaşlığının getirdiği çıkarları, milli kimliğine sahip çıkmaya tercih etmiştir. Bunu söylerken adaya çözüm gelmemesi ve bu ortamın devam etmesi gerektiğini savunduğumu zannedilmesin, tabii ki adadaki huzur Rum Kesimi ile ortak atılacak adımlarla sağlanacaktır, ancak bu süreçte sürekli taviz veren veya taviz verdirilmeye çalışılan tarafın Türk tarafı olması kaygı ile izlenmesi gereken bir durumdur. Bu süreçte İngiltere'de veya KKTC'de eğitim alan mühendisler, işletmeciler, iktisatçılar ve diğer meslek erbabları KKTC'de yatırım yapıp kendi çarklarının oluşmasını sağlamaya çalışmak yerine, Türkiye'nin kendilerine uygun gördüğü boyuttaki çarkları kabullenmeyi tercih etmişlerdir. Ambargo uygulanan bir devlette bu kolay mıdır, elbette değildir, fakat küresel ekonomiye sahip dünya düzeninde hiçbir ambargo kırılamaz değildir. Bugün İran'ın bile ambargosunu kırmasında Türkiye'nin yardımı olabiliyorsa, kendi öz evladının KKTC'nin ambargosunu kırmasında yardım, teklife gerek bile duyulmadan gerçekleşmesi beklenen durumdur. Şu anda borçları sebebiyle kapatılan KTHY'nin Avrupa'ya uçuşlarının direkt olmasa bile, Türkiye bağlantılı olarak yapılması ambargonun kırılmasına yetmiştir, hava taşımacılığı için geçerli bu durum her türlü ürün için de geçerli olacaktır.

Üretim için gerekli enerjinin fuel-oil gibi tükenen ve pahalı bir kaynağa bağlı olması ise baştan kurulan sistemin ne derece hatalı olduğunu göstermektedir, bu durumda hem Kıbrıs devleti hem de Kıbrıs'lı işadamları enerji sektörüne yönelmeli ve üretim için gerekli enerjiyi kullanımı ücretsiz ve çevre dostu olan ayrıca adada bolca bulunan rüzgar, dalga ve güneş enerjilerinden elde etmenin yollarını aramalıdır.

Kıbrıslılara gelen bir diğer eleştri ise herbirinin villalarda oturduğu ve ikişer üçer arabalara sahip olduğudur. Bu standartların Türkiye'den giden yardımlar ile sağlandığı görüşü hâkimdir. Adada inşaat ve taşıtların Türkiye ile kıyas götüremeyecek derecede ucuz olması, benzin litre fiyatlarının Türkiyenin yarısı düzeyinde olması bir etken olduğu gibi, Kıbrıs genelinin sıcak hava şartlarından ve hayat tarzlarından dolayı müstakil olarak inşaa edilmesi de ayrı bir etkendir. Ayrıca ada halkının büyük kısmının gelirlerinin kaynağı yukarıda da bahsettiğim gibi Avrupa ülkelerinde alınlarının terleriyle kazandıkları paralardır, bu noktada da kimsenin parasını ne şekilde harcayacağı ve nasıl evlerde oturup hangi arabalara bineceği konusunda yorum yapma hakkı yoktur. Araba konusundaki bir diğer nokta ise ada genelindeki toplu taşıma eksikliğidir, son dönemlerde Kıb-Has firmasının girişimlerini saymazsak -ki o dahi sadece şehirlerden havaalanlarına gidiş maksadıyla kurulmuştur- adada aktif olarak çalışan otobüs veya dolmuş uygulaması yoktur. Dolmuş gibi çalışan ve adresten alıp adrese bırakan limuzin görünümlü taksiler vardır ancak bunlarında ücretleri Türkiye'deki şehiriçi otobüs veya dolmuş fiyatlarıyla karşılaştırıldığında bir hayli yüksektir. Bu etkenler bir araya geldiğinde görülmektedir ki adadaki günlük hayatın villa tipi evlerde ve hususi arabalarda geçmesi abartılacak bir husus değildir. Eğer Türkiye'den giden inşaat malzemeleriyle yapılan binaların veya Türkiye'den giden benzinin neden Türkiye'den daha ucuza satıldığı konusuna gelirsek aradaki farkın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının verdiği vergilerden karşılandığı gerçeğine ulaşabiliriz, ancak adanın varlığının devamı Türkiye'nin varlığına katkı sağlayacaksa ödenen bu fark cüzi bir miktar olarak kabul edilebilir.

KKTC Üniversitelerinin gördüğü muamele ise ayrıca ele alınması gereken bir husustur, kumar, tatil ve fuhuş sektörlerini bir kenara koyarsak adanın elle tutulur olarak tek gelir kaynağı bulundurduğu üniversiteleridir. Bu üniversitelerin en kötüsünün bile tesis ve imkan olarak Türkiye'deki birçok iyi ve başarılı kabul edilmiş üniversiteden daha iyi durumda olduğu bir gerçektir, öğretim üyeleri noktasında ise 80 milletten gelen öğrenciye uluslararası alanda kabul gören bir eğitim verebilmeleri sebebiyle kalitenin tartışılması gereksizdir, Konu öğrenci kalitesine geldiğinde ise durum biraz değişiyor, Türkiye halkının gözündeki imaj sebebiyle adaya giden öğrenciler genelde Türkiye'de istediği bölüme puanı yetmeyen öğrenciler olmakta ve bu öğrenciler de ancak gerekli öğrenim ve yaşam ücretini karşılayabiliyorlarsa bu üniversitelerde kendilerine yer bulabilmektedirler. Parası olmayan fakat Kıbrıs'taki bu kaliteli eğitim ortamında eğitim almak isteyen öğrenciler öğrenim bursu alabilmektedir fakat Türkiye Cumhuriyeti'nin adadaki Türk öğrencilere pek de sahip çıkmaması ve kredi ve yurt imkanlarından faydalanmada Türkiye'de okuyanlarla aynı hakları tanımaması da öğrencilerin tercihlerinde adayı geri plana itmesine sebep olmaktadır.

Konuya genel olarak baktığımızda, ne Yavruvatan halkının ne de Anavatan halkının birbirinden ayrılması tasavvur bile edilemez, halklar değilde devletler açısından ele aldığımızda da sonuç değişmeyecektir, Türkiye Cumhuriyeti güven içinde varlığını sürdürebilmek için, Kıbrıs adasında söz sahibi olmak zorunda, aynı şekilde KKTC ise dünya çapında tanınma konusunda arkasına Türkiye'nin desteğini almak zorundadır. Kıbrıs halkının da Türkiye halkının da birbirine üstünlüğü yoktur, hatta onlar bir bütün olarak tek halktır, ayrı bir aksana veya ayrı geleneklere sahip olabilirler fakat Türkiye kendi içerisinde bile çokkültürlü yapısıyla yüzlerce ayrı geleneğe sahnedir, öyle ise gelişmiş Türkiye, gelişmiş Kıbrıs ile gelişmiş Kıbrıs ise gelişmiş Türkiye ile var olacaktır. Bu zamana kadar karşılıklı olarak yapılan hatalar bir kenara bırakılmalı ve gecikmeli de olsa KKTC kendi ayakları üzerinde durabilecek ekonomik gelişmişlik seviyesine ulaştırılmalı, KKTC ise bu konuda eskisinden daha azimli ve inançlı olmalıdır.

20 Ocak 2011 Perşembe

İçki Yasağı Üzerine Düşünceler

İçki, müslümanlık dininde geçerli sebeplere dayandırılarak haram kabul edilmiş, gerçekten de şişede durduğu gibi durmayan ve istenilmeyen bir çok soruna yol açabilen buna rağmen bir çok çeşidinin aşağı yukarı her kültürde bulunabileceği içene hoşluk verdiği söylenen bir içecek türü. Bu içecek yeni bir tasarı ile 24 yaşın altındakilerin alımına kapanacak ve açılış, balo gibi yerlerde içki servisi büyük ölçüde engellenecek.
Başlangıçta, taşkınlıkların, trafik kazalarının engellenmesi amacı ile verilen bu kararın mantıklı olduğu düşünülse de 24 yaş sınırı daha derin düşünceleri beraberinde getiriyor. Bir insanın içki içmek konusunda mantıklı karar verme yaşı 24 ise yani normal bir kişi kendi boğazından geçen içeceği mantıklı bir şekilde 24 yaşından önce tayin edemeyecekse yine aynı kişinin 18 yaşından itibaren devletin ve milletin geleceğini tayin etmek gibi ulvi ve çok daha önemli bir görevi yani seçim görevini yerine getirebileceğini düşünmek nasıl bir zihniyetin ürünüdür. Aynı örneğin tersini de düşünmek pekala mümkündür.
Bir diğer husus ise 20 yaşına gelen ve erkek olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, askerlik, yani vatanı muhafaza ve milletin geleceğinin güvencesi olma görevini üstlenmekteler, fakat bu görevi gerçekleştirirken kendi midelerine ne gideceğini belirleme vasfından yoksun olacaklar..
Gelelim açılış, balo gibi yerlerde içki servisinin yapılmayacak olmasına, bazı insanlar inançları gereği, kontrollerini kaybetmek istemediklerinden dolayı veya araba kullanacakları sebebiyle içki içmiyor olabilir, fakat sadece bazı insanlar içki içtikten sonra kaza yapacak veya taşkınlık çıkaracak düşüncesiyle, içki içen insanlardan bu hakkın alınması demokrasiye uygun değildir. Oraya gelen ve kanun karşısında reşit kabul edilen her insan kendisinden sorumludur, "Bu adamlar kesin kendilerine engel olamaz, iradesiz varlıklardır, içip içip problem çıkarırlar." düşüncesi, yani devletin, insanların iradelerine güvenmemesi sebebiyle onlara yasaklar koyması durumu, "Bu adamlar kesin kendilerine engel olamaz, iradesiz varlıklardır, bunlara balta satmayalım, dalları değil birbirlerini keserler veya bu sattığımız şırıngaları ilaç zerketmek için değil birbirlerine fırlatmak için alır bunlar" düşüncesinin bile yakında görülebileceğinin göstergesidir.
Eczanelerde ve hatta marketlerde bile rahatlıkla bulunabilen ve genelde 80 derece etanol yüzdesiyle üretilen kolonyaların ve temizlik veya sağlık alanında kullanılan metil alkol bileşenli yani içilemez olan ispirtonun da artık içilecek alkol kapsamına alınıp satımında yine 24 yaş sınırı isteneceği gerçeği ise mantık sınırlarımızı ne derece genişletmemiz gerektiğinin birinci dereceden göstergesidir.

Sonuç olarak, siz siz olun içkiye dur deyin, içki fiziksel olarak bir çok kötü sonuca ve hastalığa sebep olabileceği gibi sarhoşken yaptıklarınız, ayıldığınızda hatırlatıldığında veya sonuçları kendi gözünüzle gördüğünüzde psikolojik olarak da bir çok etkiye maruz kalabilirsiniz. Ancak bunları sadece kendi iradenize sahip olduğunuz için ve kendinize saygınız olduğu için uygulayın, yasaklar konulduğu için değil.